Çine kasabasından bir anımsama: Cevahir Teyze’nin dut ağacı
Cevahir Teyze yılın ilk ziyaretini kış sonu yapar, dut ağacının kışı nasıl geçirdiği, soğuklardan herhangi bir şekilde etkilenip etkilenmediği konusunda bize bilgi verirdi.
Ülker İnceBir önceki yazımda Scott Fitzgerald’ın “Ritz Büyüklüğünde Bir Elmas” adlı öyküsünden söz etmiştim. Som elmastan oluşan bir dağa “çöken” bir adamın ve ailesinin öyküsüydü bu. Ailenin kurucusu olan büyükbaba o dağdan küçük küçük parçalar koparıp satarak çok zengin olmuştu, oğlu daha da zengin olmuştu, böyle böyle zenginliğin son sınırına ulaşmışlar (zenginliğin sonu olduğundan değil elbette ama) belki güvenlik nedeniyle, belki başkaları gelip dağa çökmesin diye, daha fazla zengin olmaya çalışmayı bırakmış, mülklerinin çevresine kale duvarı gibi yüksek duvarlar çektirmişler, o dağın bekçiliğini yapmaya başlamışlardı. Hatta ufak tefek onarımlar için mülklerine gelen ustaların canlı olarak duvarların dışına çıkmasına izin vermek çok tehlikeli olmaya başlamıştı. O yüzden o mülke giren bir daha oradan çıkamıyordu. Onu ya hapsetmek ya da öteki dünyaya postalamak zorundaydılar.
O öyküden söz ettikten sonra, neden bilmem aklıma bir çocukluk anım geldi. Göçmen bir aile olarak biz Çine kasabasında oturuyoruz. Çok iyi komşularımız var, hepsi bize iyi davranıyor. Bu arada, nasıl tanıdık hiç bilmiyorum, kasabanın ta öteki ucunda, bize uzak bir mahallede oturan Cevahir Teyze diye de birini tanıyoruz. Cevahir Teyze Doğu Anadolu’dan bir yerden buralara gelip buralarda kalmış biri. Çok yaşlı, kocasını, en korkuncu da genç oğlunu kaybetmiş, tek başına küçücük bir evde yaşayan acılı bir teyze. Acılı ama hiç neşesiz değil. En azından her zaman bizi neşelendirmeye çalışıyor, güldürüyor.
Yılın belli zamanlarında ziyaretimize gelir. Belli zamanlar dememin nedenini açıklayacağım: Bu Cevahir Teyze’nin küçücük evinin büyükçe bir bahçesi var, o bahçesinde de kocaman bir dut ağacı (Elmastan yapılma bir ağaç değil elbette!) bulunuyor. Bahçede ekili başka hiçbir şey yok, ne sebze ne çiçek, hiçbir şey ekili değil çünkü zaten bahçenin toprağı çiğnene çiğnene taş gibi kaskatı kesilmiş. Cevahir Teyze yılın ilk ziyaretini kış sonu yapar, dut ağacının kışı nasıl geçirdiği, soğuklardan herhangi bir şekilde etkilenip etkilenmediği konusunda bize bilgi verir. Dutlar belirip olgunlaşmaya başlayınca yine gelir, “Bu yıl bizim ağaç çok dut verecek” haberini getirirdi. Biraz daha beklememizi, dutlar yenecek hale gelince gelip bizi çağıracağını söylerdi. Biz dut yemeğe gidinceye kadar dutları kimseye elletmezdi.
Dut ağacının altına çarşaf serer, dallarını silkelerdi. Bana birinde, “Yesene Ülker, yesene, bak şu dut ne kadar iri” falan deyip duruyor. Ben de nazlı nazlı, “Yiyorum, Cevahir Teyze” diyorum. Derken “Bak, çarşaf tertemiz, yeni yıkadım” dedi. Şaşırdım, benim titiz olduğumu nereden biliyor acaba diye. Sanki anlamış gibi “Geçen yıl sormuştun ‘Bu çarşaf temiz mi?’ diye” dedi. Utandım ama sormuşumdur, temiz olduğundan emin olmadığım hiçbir şeyi ağzıma koymazdım çünkü. Huy işte. Bu güvenceden sonra dutları büyük bir iştahla yemiş olabilirim çünkü midemi bozduğumu hatırlıyorum.
Cevahir Teyze’nin öyküsü bu kadar. Bir tek ağacı bir zenginliğe dönüştüren, o bir tek ağacı bize sevgisini dile getirmek, bizi anladığını, düşündüğünü, kayırdığını göstermek için kullanan Cevahir Teyze’nin öyküsü bu kadar. Nereden anlamıştı acaba yabancılık çektiğimizi, kendimizi kimsesiz hissettiğimizi hatta bir daha hiç göremeyeceğimiz topraklarda bıraktığımız güzelim dut ağacımızı özlediğimizi? Anlamasa en iyi dutları bize saklar mıydı, o dutlarla bizi biraz olsun avutmaya çalışır mıydı?