CHP'li Şenal Sarıhan: Şimdi sivil itaatsizlik dönemi başlıyor
Referandum sonrası meşru olmayan bir durumla karşı karşıya olduğumuzu söyleyen CHP’li Şenal Sarıhan, “Sivil itaatsizlik dönemi başlıyor. Yurttaş olarak, hukuksuzluğa karşı hak arayacağız. Bu ülkeyi ve halkımızı seviyoruz. Bireysel değil, toplumsal çıkarımız için açıkça mücadele edeceğiz” diye konuştu.
KEMAL GÖKTAŞ15 Temmuz darbe girişiminden sonra insan hakları ihlallerinde yeni bir aşamaya geçtik. OHAL KHK’leri ile uzayan gözaltı sürelerini cezaevleri koşullarının ağırlaşması izledi. Basın ve ifade özgürlüğünün neredeyse tamamen askıya alındığı, ana akımda toplum adına denetleme görevini yerine getirmeye çalışan iki önemli gazete Cumhuriyet ve Sözcü, yargı aracı kullanılarak susturulmaya çalışılıyor. 55 saniye kalan bir tweet’ten ötürü gazetecilerin tutuklandığı bir atmosferden söz ediyoruz. İnsan haklarında geldiğimiz aşamayı, meslek hayatını hak ihlallerine karşı mücadele etmekle geçiren ve birçok önemli siyasi davada avukatlık yapmış olan, TBMM İnsan Hakları Komisyonu üyesi ve CHP milletvekili Şenal Sarıhan’la konuştuk.
-Ağır hak ihlalleri yaşayan ve uzun yıllar avukat olarak hak ihlallerinin önüne geçmek için mücadele eden bir isim olarak, OHAL sonrası uygulamaları, geçmişle kıyasladığınızda nasıl bir sonuç çıkıyor?
Türkiye’de 12 Mart ve 12 Eylül’ü bizzat yaşamış bir kişi olarak yapacağım değerlendirmelerimi. Her iki dönemde de dozu bir önceki döneme göre artan yoğun insan hakkı ihlalleri yaşandı. Darbeciler bir önceki dönemin negatif mirasını alarak yola devam ettiler.
12 Eylül’ün generalleri, 12 Mart’tan kendilerine göre öğretiler çıkarmışlardı ve baskı, işkence, zulüm konusunda seleflerinden bir adım öndeydiler. 12 Mart’ta aydınların gördüğü baskı, işkence genel anlamıyla gözaltı sürecinde yaşanıyordu. Gözaltı süresi 30 gün ile sınırlıydı. Yargısal anlamda kısmi de olsa adaletin gerçekleşmesi için çaba harcayan hukuk insanları vardı. İlginçtir ki bunlar askeri yargıçlardı. 12 Mart’ın ardından toplumsal tabloya baktığımızda ise kapatılmaktan kurtulan sivil toplum ve hak örgütlerinin sayısı azımsanmayacak düzeydeydi. Demokratik kanalların bütünü ile kapanmamış oluşu nedeni ile bu süreç çok uzun sürmedi. 12 Eylül’e geldiğimizde gözaltı süresi 90 güne çıkartılmıştı. Tutuklanan sanık, cezaevine gelişinden sonra ek 90 gün daha gözaltı süresi alınabiliyordu. Müvekkillerimizle karşı karşıya ama telefonla görüşmeye başladık. Komutla konuşma sırası verilen bir telefondu bu. Üç dakika ile sınırlı. Yüzlerce sayfa iddianameye karşı üç dakikalık savunma hakkı vardı yani. Bu örnek bence 12 Mart ve 12 Eylül arasındaki farkı, insan hakları açısından gidişatı çok iyi özetliyor. Toplumsal olarak ise nefes alamayacak bir hale geldik, tam bir karabasandı. Bugün ise 15 Temmuz’daki darbe girişiminin ardından OHAL ile yaratılan yeni bir darbe sürecine girdik. OHAL’in her ne kadar FETÖ için ilan edildiği söylense de öyle olmadı. FETÖ’yü aşan ve tüm muhalif toplumsal kesimleri yok etmeyi amaçlayan bir süreç yaşanmaya başlandı. Sol muhalif kesimler, gazeteciler, yazarlar, akademisyenler toplumun yüzde 50’sinden fazlası bu sürecin mağdurları arasında yer aldı.
Abdülhamit suskunluğu
-Bugün bir neden sonuç ilişkisi kurmaya dahi ihtiyaç hissetmeyen yargılama süreçlerinden bahsediyoruz. İnternet sitemizin yayın yönetmeni Oğuz Güven’in 55 saniye kalan bir tweet gerekçe gösterilerek hapse atılması, aynı şekilde Cumhuriyet yazar ve yöneticilerinin FETÖ, DHKP-C ya da PKK’ye yardım ettikleri iddiası...
Evet, otuz küsur yıl gazetecilik yapan bir ismin FETÖ ile bağlantısı nedir? Ya da FETÖ’nün bir zamanlar hapse attığı Ahmet Şık nasıl FETÖ üyesi olur? Ya da KESK’li bir öğretmenin darbe ile ne alakası olabilir? Tüm bu soruların yanıtı yok çünkü ortada hukuk yok. Bu sorulara yürürlükteki yasalarla dahi yanıt veremezsiniz. Cumhuriyet’in ardından bugün bir başka gazeteye Sözcü gazetesine yapılan bir operasyonla karşı karşıyayız. Basına yönelik bu tutumla, medya patronlarına ve emekçilerine “Sıra size de gelecek” mesajı veriliyor. Ve gerçeği göstermekle sorumlu olan medya “Acaba sıra ne zaman bize gelecek” sorusuyla suskunlaştırılıyor. Sürekli bir otosansür mekanizmasıyla işlerini yapamaz, hakikati yazamaz hale geliyor. Bu durum Abdülhamit döneminde bile olmayan bir suskunluk halinin doğmasına neden oluyor. Yaşanan her olağanüstülük bu suskunlukla olağanlaşıyor ve normalleşiyor.
Bir hukukçu olarak ise sürece baktığımda, diğer darbe ve olağanüstü hal dönemlerindeki yargılamalarda en azından bir “illegalite illiyeti” vardı. Yani yasal olarak kabul edilmeyen örgütler, partiler ve bunlara üyelik gibi somut gerekçeler bulunuyordu. Yargılanan insanlar da bu “illegalite”nin meşruluğunu savunabiliyordu. Fakat bugün böyle bir “illiyet bağı” herhangi bir iddianamede yer almıyor. Terörle Mücadele Yasası da ne yazık ki çok sorunlu. Terörle mücadele yasası var ama hukuk yok. Yasada yer alan “Terör örgütü üyesi olmamakla birlikte...” şeklinde başlayan cümleler de bunu gösteriyor. Terör için bir şiddet eylemi ve bu eylemin belirli bir kasıtla yapılmış olması gibi somut tespitlere gerek duyulmadan insanlar hapse tıkılıyor. 12 Eylül’de bu hukuksuzlukları eleştiren Aziz Nesin’in başını çektiği bir grup aydın tarafından kaleme alınıp yayımlanan Aydınlar Dilekçesi davası oldu. O metinde imzası olan hiçbir aydın hapse atılmadı.
Aynı şekilde Halkevleri davasında da tutuklama olmadı. Her iki dava da beraatla sonuçlandı. Bugün FETÖ ile yakından uzaktan ilgisi olamayacak barış isteyen akademisyenlerden bazıları hapse atıldı, binlercesi işinden edildi. Aynı şekilde, mütedeyyin kesim için FETÖ ile irtibatı bu kadar kolay kuramazsınız. Çünkü bir kesim için Gülen bir dini önderdi. Ona inanan herkesi somut olarak suçla bağlantıları yoksa suçlayamazsınız.
İşkence tırmanıyor
-Peki, ama yarı legal kurumları da olan bir örgüt FETÖ. Bir tarikat olsa da aynı zamanda yasadışı bir örgüt. Darbeye katılmamış olsa dahi bu örgüte üye olmak “suç” değil mi? Bu kişilerin yargılanması, elbette adil bir şekilde, gerekmez mi?
İnsanlar sırf bir dershaneye çocuğunu gönderdi, o bankaya para yatırdı diye terör örgütü üyesi olmakla suçlanamaz. Çünkü bu dershaneler de o bankalar da devletin kontrolü altında, legal olarak kurulmuş, denetime tabi tutulmuş ve çalışma izinleri olan ticari kurumlar. Yani devletin izniyle piyasada olan kurumlardan yararlandı diye bir vatandaş suçlanamaz. Eğer, bir suç savı varsa adil olarak yargılanır. Adli ya da idari soruşturma süresince gerekli görülüyorsa açığa alınır. Bu sırada üçte iki maaşını alır. Ancak kesin bir hükümden sonra işine son verilebilir. İhraçlar, sadece ihraç olunan kişi yönünden değil, onun bakmakla zorunlu olduğu kişiler yönünden de maddi ve manevi telafisi olanaksız zararlara neden oluyor. Birey, salt çalışma hakkını değil, parasız pulsuz kalarak yaşama hakkını da kaybediyor. Öte taraftan başta mütedeyyin kesim olmak üzere diğer tüm muhalif kesimlerin bu dönemde yaşadığı en büyük sorunlardan birinin daha altını çizmemiz gerekiyor. O da işkence... İşkencenin önlenmesi konusunda bugüne dek yaptığımız tüm mücadeleler ve kazandığımız tüm kazanımlar bu süreçte yok edildi.
-AKP’den kimi isimler darbe girişimi gecesi ve devam eden bir iki gün “olayın sıcaklığıyla” yaşanan münferit olaylar olduğunu açıkladılar. Buradan daha çok cezalandırma amaçlı bir işkence olduğu düşünülmüştü. Siz sistematik olarak işkence uygulandığını mı ifade ediyorsunuz?
Ben bir sorgulama yöntemi olarak işkencenin yeniden tırmandığını düşünüyorum. Bu konuda bize çok sayıda işkence savı geldi. Ancak, iddialar yargı önüne taşınamadı. Pek çok aile Meclis’e gelip acılarını anlattı. Ancak hem korkudan hem bunu bir onur meselesi olarak görüp ifade etmekten duyulan çekinceden, hem de mütedeyyin kesimin sol kesim gibi mücadele geleneğine sahip olmamasından dolayı yargı önüne taşıyamadılar. İşkenceye tanık olduğunu anlatan CMK avukatları oldu. Ancak birkaçı dışında onlar da yargıya yansıtmaya cesaret edemediler. Bu bir insanlık suçu. Bireylerin suçları ne olursa olsun adil yargılanmak gibi hakları vardır. Adil bir yargılama, kararı da adil kılar.
Şimdi sivil itaatsizlik dönemi başlıyor
-Referandum sonucunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben “ Biz kazandık” diyorum. CHP için de bunu söyleyebilirim. Referandum sürecinde milletvekilinden il başkanına, ilçe örgütlenmesinden genç arkadaşlara dek hep birlikte bütün olanaksızlıklara rağmen çok iyi örgütlendik ve biz kazandık. Aslında bu bir direnişti. Devletin bütün imkânlarını kendileri için kullananlara karşı bir halk direnişi. Bizim de halkın içinde yer alarak ördüğümüz bir direniş.
Sokak terk edilmiş değil
-Referandumdan sonra CHP’nin bu direnişi devam ettirmediği eleştirileri yapıldı. CHP’den ise “sokakların iç çatışma riski barındırdığı” şeklinde açıklamalar geldi. Sokak, meşru protesto hakkı neden terk edildi?
Aslında tam olarak anlattığınız gibi olmadı. CHP referandum sürecinde de sonrasında da aynı mücadele yöntemini benimsedi. Nasıl ki referanduma giderken “Herkesin kendi hayır’ı için hep birlikte örgütlenelim” dediyse sonrasında da bu tavrını sürdürdü. Referandum, hukuki bir süreçti. Evet ya da hayır için sokaklarda idik. Silahların eşit olmadığı bir mücadele idi. Devlet evet diyor, halk hayır diyordu. Yine de meşru bir sonuç bekledik. Şimdi meşru olmayan bir durumla karşı karşıyayız. Şimdi sivil itaatsizlik dönemi başlıyor. Yurttaş olarak, hukuksuzluğa karşı hak arayacağız. Yurttaşlık bağımızı güçlendirmek için yapacağız bunu. Bu ülkeyi ve halkımızı seviyoruz. Bireysel çıkarlarımız değil, toplumsal çıkarımız için açıkça mücadele edeceğiz. Meşru olmayan sonuca itiraz ediyoruz. Ama hukuk içinde ve hukuki yollarla. Sokak terk edilmiş değil. Suç alanı olarak değil, mücadele alanı olarak. Kaldı ki CHP referandum sonrasında da öncesinde olduğu gibi halkla birlikte alanlarda olmaya devam etti. Yüksek Seçim Kurulu ve adliye önünde yasal hakkını arayan yurttaşların yanında idi. Denizde bir balık gibi. Halk nerede ise orada. 1 Mayıs bunun en iyi örneklerindendi. Türkiye’nin her yerinde yoğun katılımlı ve coşkulu kutlamalar oldu. Hepimiz “hayır” itirazımızı meydanlarda dile getirdik. 6 Mayıs’ta Deniz’lerin anmasında da aynı tablo vardı. Yine hepimiz, anılarına sahip çıkarak hayırlarımızı çoğalttık.
Demokratik bir anayasa
-Genel eğilim 2019’da parlamenter sistemin güçlendirilerek yeniden getirilmesini sağlayacak ortak bir adayın çıkarılması yönünde. Baykal ve İnce’nin ise farklı önerileri oldu. Sizin değerlendirmeleriniz neler?
Referandumun resmi sonucu “evet” ve dolayısıyla önümüzdeki süreçte bu “evet”in getirdiği yeni uygulamalar karşımıza çıkabilir. Elbette o gün geldiğinde hayır blokunda ortaklaştığımız bileşenlerimizle mutabakata vardığımız demokratik bir anayasayı ve parlamenter sistemi önceleyen bir adayımız olacaktır. Ancak bugün CHP’nin gündemi bu değil. Gündemimiz, meşru olmayan referandumun olası sonuçlarına göre hareket etmek değil. Sayın Baykal ve İnce’nin görüşleri kendilerine aittir. Partinin kurumsal görüşü, sayın genel başkanımız tarafından ifade edilmiştir.
-'Hayır’ blokunda CHP’liler, HDP’liler, MHP’lilerin büyük bölümü ve bazı AKP’liler var. Bu kesimlerin yeni anayasa konusunda mutabık kalması zor olmayacak mı?
Elbette ki zor olacak. Ancak referandum sürecinde önemli bir deneyim yaşandı. Koşullar birliği zorluyor. Demokratik bir anayasa hepimizin gereksinimi. Ve biliyoruz ki toplumsal mutabakat dediğiniz şey ancak bu zorluğun aşılmasıyla mümkün olacaktır. Değilse bugün olduğu gibi bir toplumsal uzlaşı anayasası değil, bir kesimin anayasası olur. Bu da tümüyle kaybetmektir.
İnsanları ölüme mahkûm edemezsin
-Siz başından beri Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın açlık grevi mücadelesini takip ediyorsunuz. Açlık grevi daha çok cezaevlerinde hak aramak için başvurulan bir yöntem. Dışarıdaki insanların açlık grevi yaparak hak araması doğru bir yöntem mi?
Doğru, açlık grevleri cezaevlerinde karşılaştığımız bir hak arama yöntemi. Seslerini duyuramayan dört duvar arasındaki insanların başvurdukları son çare. Aslında “dışarı”nın da artık yarı açık cezaevi olduğu tespitini yapmamız gerekiyor. Açlık grevleri iradi bir karardır ve saygı duymak zorundayız. En azından ben bu karara saygı duyuyorum. Fakat ben bir insan hakları savunucusu olarak ölümü değil, yaşamı savunuyorum.
İşleri için açlığa yattılar
Geçmiş dönemdeki açlık grevlerinde çocukları cezaevinde olan anneler bana “Söyle bıraksın” derlerdi. Benim bunu söyleyemeyeceğimi bilirlerdi. Sonra şöyle söylerlerdi, “Annen diyor ki mücadele etmen için yaşaman gerek”. Ben de bugün onlara ancak bunu söyleyebilirim. Nuriye ve Semih için şimdi bir karalama kampanyası başlatıldı. Örgüt üyesi oldukları iddia edildi. Hangi kesin hükümle bunu iddia ediyorlar? 70 küsur gündür ekmekleri için, öğrencileri için açlığa yatmış ve cezaevinden değil, kürsülerinden alınmış devlet memurlarına kim bu suçlamayı yakıştırabilir? Bu konuda hükümete yakın medya organlarında haberler yapılıyor. Örgüt üyesi ya da değil. Bunun hiçbir anlamı yok. Örgüt üyesi ise yargılarsın. Hukuken cezası neyse verirsin ama insanları ölüme mahkûm edemezsin. Vicdan yok...