CHP Nasıl Koşmalı?..
cumhuriyet.com.tr22/23 Mayıs günlerinde Ankara’da yapılan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) 33. kurultayında öne çıkan söylemlerin içinde, “İktidara koşuyoruz” savsözü başta geliyordu. Elbette iktidara gelmek tüm siyasal partilerin varlık nedenidir, ister yürüyerek isterse koşarak olsun...
Ama unutmamak gerekir ki her siyasal parti bir sınıf temeli üzerine oturur ve temsil ettiği sınıfın öğretisel, siyasal ve ekonomik istemlerinin iktidar aracılığıyla yaşama geçirilmesi için savaşım verir. Ancak yaşananlar öğretmiştir ki ister sağda olsun ister solda, hiçbir siyasal partinin salt kendi sınıf tabanının desteğiyle demokratik yoldan iktidara gelme şansı hemen hemen yok gibidir. Bu nedenle çok daha geniş halk kesimlerinin desteğine gereksinmeleri vardır.
Siyasal partilerin geniş halk kesimleriyle yüz yüze gelmesinin en kestirme ve sağlıklı yolu, onların örgütsel yapılarıyla bire bir ilişki içinde olmaları, organik ve kurumsal bağlar kurmalarıdır. Değilse seçimden seçime sandıkta seçmenle kurulacak bir bağla iktidar olunsa bile o koltukta rahat oturmaya, sıkı durmaya olanak yoktur.
Özellikle Batı’daki sosyal demokrat partilerin kendi üyeleri dışındaki halk kesimlerinin örgütsel yapılarıyla sıkı bir işbirliği yapmanın yanı sıra ortak etkinlikler gerçekleştirdikleri de bilinmektedir. Bunlar işçi sendikaları, oda ve meslek kuruluşları, sivil toplum örgütleri, vakıflar, kooperatifler gibi geniş tabanlı toplum örgütleridir. Partiler, bu toplumsal örgütlerle salt seçimlere dönük (yerel ya da genel) erk yönetimi oluşturmakla yetinmezler, yaşamın her anında ve alanında ortak projeler üreterek uygulamaya sokmaya da büyük özen gösterirler. Dolayısıyla, bu siyasal işbirliğini şöylesi bir benzetmeyle özetleyebiliriz: Partiler siyaset yapmanın atardamarlarını oluşturuyorsa yukarıda sıraladığımız toplum örgütleri de böylesi bir yapıyı besleyen kılcal damarlar gibidir. Bu ilişki ve dayanışma, sosyal demokrat olmanın taktik bir tutumu olmanın da ötesinde stratejik ve kalıcı politikasıdır. İster iktidarda olunsun, ister muhalefette, bu stratejik anlayış salt sosyal demokrat partilerin değil, tüm siyasal partilerin varlık nedeninin temelinde bir ölçüde vardır.
Anımsanırsa, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu öğelerinin içinde yer alan CHP, daha sosyal demokrat söylemi dile getirmediği yıllarda bu stratejiyi, Halkevleri yoluyla yaşama geçirmekteydi. CHP, sosyal demokrat söylemi 60’lı yılların ortasında Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) siyaset sahnesine çıkması ve toplumda kök salması üzerine dillendirmeye başlamıştı... Böylesi bir siyasal rota değişikliğini “ortanın solu” biçiminde yönlendirmeye çalışırken aslında siyaset diliyle betimlersek, tipik bir sol sapma örneği de yaratmış oluyordu. Oysa Batı’daki sosyal demokrasi, izlencelerine Marksizmi temel almış işçi sınıfı partileri içinden bir “sağ sapma” olarak çıkmış siyasal örgütlenmeydi...
İşte bizdeki ile Avrupa’daki sosyal demokrasinin sınıfsal köklerinden gelen bu başkalık, doğal olarak CHP’yi birçok konuda çelişik tutumlar almaya, özellikle örgütlü toplum kesimleriyle bağ kurmada çekingenliğe itmektedir. Aynı durumu, CHP’nin örgütsel yapısında da görmek olasıdır. Gerek merkezdeki kurmay kadrolar gerekse taşradaki yöneticiler, sınıf temeline ve kurumsal temsiliyete dayanmaktan çok, kişisel yeğlemelere göre seçilmiş bir örgütlenme izlenimi vermektedir. Bu nedenle de gerek merkez düzeyinde, gerekse taşra birimlerinde yukarıda vurguladığımız örgütlü toplum kesimleriyle ilkeli ve kalıcı bir iletişim kurulamamakta, siyasetin gerçek okulu olan toplum yaşamının içinde olunamamaktadır. Oysa özellikle kendini solda tanımlayan partiler salt iktidar olmak için değil, yaşamı da örgütlemek için var olmalıdırlar.
Ayrıca vurgulamak gerekirse, Batı’daki sosyal demokrat devinmeler kendi solundaki siyasal yapılarla, onların görüş ve düşünceleriyle daha bir barışık tutum içindedirler. Bizde ise bunun tam tersi olagelmiştir. Örneğin 1977 genel seçimleri öncesi Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Behice Boran, o dönemin CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’e seçim ortaklığını da içine alan, demokrasinin korunması ve güçlendirilmesi önerisinde bulunmak için gittiği buluşmada ret yanıtı alarak geri dönmüştü. Yine bu satırların yazarı, 2007 genel seçimleri öncesi CHP Grup Başkanvekili Kemal Anadol’a, Meclis’teki grup odasında gerçekleşen görüşmede şu öneriyi getirmişti: “Solda seçmen sayılarına göre küçük konumda olan birkaç parti var. Bu partilerin var olan Seçim Yasası ve uygulanmakta olan bugünkü baraj sistemiyle parlamentoya girmelerine olanak yoktur. Hiç olmazsa bunların en azından genel başkanlarını listelerinizden milletvekili adayı yapıp Meclis’e taşıyamaz mısınız? Bu, partinize yük olmak şöyle dursun size hem saygınlık getirir hem de parlamentoya daha bir nitelik kazandırır.”
Bu görüşme ve yapılan öneri, olumlu olumsuz hiçbir yanıt alınamadan grup odasının duvarlarında acı bir çığlık gibi asıldı kaldı... Oysa bu öneri gerçekleşebilseydi, AKP siyasal erkine ve emperyalist kuşatmaya karşı yıllardır bir araya gelememiş, solun demokratik savaşımında güç ve eylem birliğinin oluşturulmasında önemli bir adım olabilirdi...
Evet, yeniden başa dönersek, CHP son genel kurulunda Sayın Kemal Kılıçdaroğlu ile büyük bir rüzgâr almıştır. Ancak bu rüzgâr genel başkanın, kişisel verim gücüyle (performansıyla) uzun süre gidemez. Gidebilmesinin itici gücünü yeniden oluşturmak gerekir. Bunun için başta parti izlencesi olmak üzere toplumla olan bağları yeni baştan gözden geçirerek buna dayalı bir altyapı oluşturulmasının; gerçek anlamda sosyal demokrat normları yaratacak adımların hızla atılmasının artık zamanı gelmiştir.
Özetle, önümüzdeki son derece kritik bu tarihsel evrede CHP iktidarı nasıl bir formayla koşacağına artık bir karar vermek zorundadır.