Çevirmenlerin 'Satranç'ı
Stefan Zweig'ın 'Satranç' adlı yapıtı, üç ayrı çevirmenin çevirileriyle Türkçede...
cumhuriyet.com.trYayınevi sahipleri ve yönetmenleri 70 rakamını çok severler' Nedeni çok basit: Bir yazarın telif hakları, ölümünün üstünden yetmiş yıl geçtiğinde serbest kalır; yapıtları bir anlamda kamu malı olur; yayınevlerinin o yapıtlar için telif ücreti ödemeleri gerekmez artık. Yayınevi açısından bakıldığında, 'En iyi yazar, yetmiş yıl önce ölmüş yazardır''
2006 yılını anımsıyorum: Federico Garcia Lorca'nın (5 Haziran 1898 - 19/20 Ağustos 1936) ölümünün yetmişinci yılıydı. Dünyanın dört bir yanında pek çok yayınevi Lorca'nın yapıtlarını yayımlamaya başlamıştı birden. Aslında, 'birden' demek de doğru değil; bazı yayınevleri, yıllardır 2006'yı bekliyorlar, beklemekle de kalmıyor, Lorca'nın şiirlerini, oyunlarını çevirtiyor, yayına hazırlıyorlardı. 2006 Ağustosu'nun sonlarında ise yayına geçmişlerdi.
'Lorca'ya hücum', bizim yayın dünyamıza aynı şiddette yansımadı. Bilemiyorum, ama Lorca'nın bir 'romancı' olmamasının da payı vardı bunda belki de. Sait Maden, Lorca'nın şiirlerini çok önceden çevirip Çekirdek'ten yayımlamıştı zaten. Mitos Boyut, Granadalının tüm oyunlarına verdi ağırlığı. Kimi yayınevleri de tek tek kitaplarını çıkardılar.
YETMİŞİNCİ YIL...
Geçenlerde de hoş bir yetmişinci yıl şaşırtısıyla karşılaştım. İlkin, Turkuvaz Kitap'ın Esen Tezel çevirisiyle Stefan Zweig'ın (28 Kasım 1881-22 Şubat 1942) Satranç'ı geçti elime. Üstelik, yayınevi, editörlüğünü Dürrin Tunç'un üstleneceği bir 'Zweig Külliyatı'nın muştusunu veriyordu, kitabın kapak tasarımından pek anlaşılmasa da.
Hemen ardından, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'nın, Ahmet Cemal'in çevirisi ve önsözüyle yayımladığı ikinci bir Satranç geldi. İş Kültür'ün, Modern Klasikler Dizisi'nden çıkardığı Zweig'ın 'Bütün Eserleri'nin dördüncü kitabı olarak.
Satranç'ın, daha önce de, Can Yayınları'nın Dünya Klasikleri Dizisi'nden Ayça Sabuncuoğlu çevirisiyle yayımlanmış olduğunu biliyorduk zaten. Kuşkusuz, Zweig'ın pek çok yapıtını dilimize kazandırmış olan Burhan Arpad'ın, özgün adı Schachnovelle olan bu kitabı yıllar önce Satranç Hikâyesi adıyla çevirmiş olduğunu da' Arpad çevirisi şu sıralar idefix'te görünmüyor, ama büyük olasılıkla yakında bir yayınevinden çıkacaktır.
1934'te Nazilerin baskısı yüzünden Salzburg'u terk etmek zorunda kalan, önce İngiltere'ye göç eden, 1940'ta Brezilya'ya yerleşen, 1942'de de ıssız bir yalnızlığa ve düşkırıklıklarına kapılarak karısıyla birlikte Rio de Janeiro'da intihar eden Zweig'ın ölümünden kısa bir süre önce tamamladığı bu uzun öykü 1944'te de Satranç Oyuncusu adıyla çevrilmiş dilimize.
1944 çevirisinin çevirmenini bilmiyorum, ama Arpad, Cemal, Sabuncuoğlu ve Tezel'in, yapıtın özgün dilinden yaptıkları dört çeviri var bildiğimiz. Türkçede dört iyi çevirmenin kaleminden çıkma dört çevirisi bulunan başka kaç kitap vardır ki! Üstelik şu sıra okurlar bunlardan üçünü edinme olanağına sahipler.
Adeta bir Satranç cenneti!.. Çevirmenler arası bir 'satranç' turnuvası!..
Satranç terimleriyle söylersek, Ahmet Cemal büyükusta! Bence Ayça Sabuncuoğlu ve Esen Tezel de son dönemin üstün çevirmenleri; onların da ustalık yolunda olduklarını söylemek çok yanlış olmayacaktır. O yüzden, bu üç çeviri arasında bir ayırım yapmaktan yana değilim. Okur, bazen bilerek, bazen rastgele, dilediğini seçecektir nasıl olsa'
H. G. Wells, Aragon'un 'Mutlu aşk yoktur' dizesini, oyunların belki de en ölümsüzü olan satranca uyarlamıştı sanki: 'Hiçbir şey satranç kadar vicdan azabı vermez insana. Satranç, insanoğluna yöneltilmiş bir lanettir. Satrançta mutluluk yoktur.' Wells'e bakılırsa, satranç oynamak en olağanüstü tutkulardan biri, uğraşların en esriticisidir, insanı yok eder'
Oyun yazarı Fernando Arrabal de, yanlış anımsamıyorsam, 'Satranç da, tiyatro da deliliğe yol açar'' demişti.
Gerçi kısa bir süre önce yitirdiğimiz Ray Bradbury'nin 'Delilik görelidir; kimin kimi kafese kapattığına bakar' deyişini hiç de yabana atmamalı; ama yine de, Wells'in ve Arrabal'in sözleri, ilk ağızda, satranç dünyasından bir kuyrukluyıldız gibi geçip giden 19. yüzyılın efsanevi büyükustası Paul Morphy ile geçen yüzyılın unutulmaz şampiyonu Bobby Fischer'ı düşürüyor akla.
Morphy, 1859'da, piyon ve hamle üstünlüğü tanıyarak oynama önerisine karşın rakip bulamayınca satrancı bırakmış, kuruntulara kapılarak kabuğuna çekilmiş, kimileri onun bu durumuna 'paranoya' tanısını koymuşlardı. 'Satrancın Poe'su' olarak tanımlanan Morphy, tıpkı Edgar Allan Poe gibi, çok genç yaşta göçmüştü dünyamızdan.
Gelmiş geçmiş büyükustaların en müthişlerinden Fischer da, olağanüstü şampiyonlukların ardından inzivaya çekilmiş, yıllarca hiçbir turnuvaya katılmamıştı. 2008'de öldüğünde altmış beş yaşındaydı; gerçi ABD ve İsrail karşıtı sözleri heyecan uyandırmıştı, ama yaşamının büyük bölümünü içe kapanışlar ve derin bunalımlarla geçirmişti.
Hep merak ederim: Bobby Fischer, Zweig'ın Satranç'ını okumuş muydu acaba? Ama Satranç'ı ilk kez, büyük olasılıkla Arpad çevirisinden, 1972 yazında Mamak Askeri Tutukevi'nde okuduğumu anımsıyorum. İzlanda'nın başkenti Reykjavik'te Sovyet büyükusta Boris Spassky ile Fischer arasında oynanan dünya satranç şampiyonluğu karşılaşmasının tutkulu titreşimlerinin Mamak'taki koğuşlara kadar yayıldığı; Britanyalı büyükusta Harry Golombek'in The Game of Chess (Satranç Oyunu) adlı kitabını koğuştaki yemek masasının bir köşesinde çevirdiğim günlerde'
Ne ki, Isaac Asimov'un deyişiyle, 'oyunun, satrançtakinin tersine, hayatta mattan sonra da sürüp gittiğinin' ayırdında değildik henüz'
Zweig'ın, Satranç'ta anlattığı öykü ise, büyük ölçüde, hapiste ya da hücrede değil, bir otel odasında geçer. Dr. B'nin asıl uğraşı avukatlıktır; Avusturya'daki büyük malvarlıklarını yönetmektedir. Dr. B, Alman ordularının Avusturya'yı ele geçirmesinin ardından, söz konusu malvarlıklarına el koymaya kalkışan Naziler tarafından tutuklanır. Ne var ki, Gestapo, Dr. B'yi konuşturmak için, alışılmadık bir yönteme başvuracak; onu bir otel odasına yerleştirerek, her türlü iletişim olanağını ortadan kaldıracak; dahası, okumasını ve yazmasını da engelleyerek, tam bir yalıtılmışlığa 'hapsedecektir''
Dr. B, ruhsal çöküntünün eşiğine gelmişken götürüldüğü bir sorguda sırasını beklerken, asılı bir pardösünün cebindeki kitabı çalacak; odasına döndüğünde, kitabın, içinde yüz elli satranç oyununun bulunduğu bir satranç kitabı olduğunu görecektir. Gece gündüz bu oyunları ekmekten yaptığı satranç taşlarıyla oynayacak; tümünü belleğine kazıdıktan sonra, Siyah ve Beyaz taşlarla zihninden oynayarak yeni oyunlar oluşturabilmesi için, birbirinin rakibi, apayrı iki kişilik geliştirmesi gerekecektir.
FİLMİN SONU
Satranç, okura şaşırtılı bir son sunan bir pskilojik gerilim öyküsüdür, tıpkı satranç oyununun kendisi gibi' Ama 'filmin sonu'nu yazmakta bir sakınca görmeyen, dahası açıklamaktan dayanılmaz bir zevk alan kimi sinema yazarlarının tersine, Zweig'ın novellasının sonunu söylemeyeceğim. Bilenlerin bilmeyenlere anlatmasından da yana değilim'
Nitekim, Ahmet Cemal de, çevirisine yazdığı önsözde, 'Bu noktadan öykünün şaşırtıcı sonuna kadarki süreç, aynı zamanda faşizmin insan ruhu üzerindeki baskısının ne korkunç sonuçlar verebileceğinin ve bireyin böyle bir baskı altında ne ölçüde parçalanabileceğinin anlatımını içerir' demekle yetinmiş.
Bu baskıyı, bir aydının, bir entelektüelin bir otel odasına kapatılmasından alıp, bir 'ülkeye kapatılması'na kadar yaygınlaştırabiliriz. Satranç, yalnızca Nazilerin yarattığı ortam sonucunda canına kıyan Zweig'ın belki de Nazileri dolaysızca konu ettiği tek yapıt değil, aynı zamanda bir toplumun düşünsel, sanatsal ve ruhsal dünyasını ayakta tutan entelektüelleri aşağılayan tekmil sığ politikacıların kalkıştıkları 'düşünsel soykırım'la bir hesaplaşmadır biraz da'
celaluster@cumhuriyet.com.tr