Cerrahpaşa’nın röntgeni
Belgesel sinemacı Deniz Tortum’un “Maddenin Halleri” adlı filmi yıkılıp yeniden yapılacağı söylenen Cerrahpaşa Hastanesi’nin güncel bir belgeliği niteliğinde. MUBI’de izleyiciyle buluşan filmi Deniz Tortum ile konuştuk
Emrah KolukısaBelgesel sinemacı Deniz Tortum’un “Maddenin Halleri” adlı filmi yıkılıp yeniden yapılacağı söylenen Cerrahpaşa Hastanesi’nin güncel bir belgeliği niteliğinde.
Geçen yılın festival sezonunda en çok ilgi çeken ve ödüller alan belgesellerinden “Maddenin Halleri” yer yer ‘hayalet’ bir hastane görünümü veren Cerrahpaşa Hastanesi’ni anlatıyor. Tortum’un hastanenin bir nevi röntgenini çektiği filmi Cerrahpaşa’nın tarihinden çok bugününü belgeliyor ve gelecek kuşaklara farklı bir bakış açısı bırakıyor. Filmi Deniz Tortum ile konuştuk:
- “Maddenin Halleri” 2015 - 2018 yılları arasında çekildi ve nihayet MUBI’de izleyiciyle buluştu. Daha önce festivallerde de gösterilmiş ve ödüller almıştı, ama ben de şu ana kadar izleyememiştim doğrusu. Filmin çıkış noktası neydi, oradan başlayalım mı?
Babam meslek hayatının büyük bir bölümü boyunca Cerrahpaşa’da çalıştı, ben de orada doğmuşum. Doktor bir ailede büyüdüğüm için hastanelere ve hekim algısına karşı bir ilgim, bunları anlama isteğim vardı. Cerrahpaşa’da geçen bir film yapmak yıllardır aklımın bir köşesinde duruyordu. 2015 yılında hastanenin yıkılacağı ve taşınacağına dair haberler çoğalınca hızlı bir kararla çekimlere başladık, böyle bir film yapmak için bizi iteleyen bir sebep oldu.
- Bir önceki filminiz “Anadolu Turnesi” bir müzik grubunun Anadolu’da yaptığı turneyi konu ediniyordu. Bir yanıyla bir yol filmi, bir yanıyla da bir müzik belgeseliydi ve orada takip ettiğiniz topluluğun elemanları bir hayli ön plandaydı. Bu sefer bir hastanenin içindeyiz ve karakterler o kadar da ön planda değil. Bu anlamda filmin ‘dramatik’ kurgusu daha bulanık. Anadolu Turnesi’nde turne boyunca edindikleri deneyimle dönüşen karakterlerin bir benzerinin burada olmayışı kurguyu da tamamen değiştiriyor. Bu tercihinizi açmak ister misiniz?
Can Eskinazi ile “Anadolu Turnesi”ni yaparken, izleyenleri belli bir tarihi döneme götüren, o günlerde sokakta neler konuşulduğunu, gençlerin aralarında nasıl şakalaştığını, radyoda ne tür haberler döndüğünü aktaran bir film olmasını istiyorduk. Film bir turneyi anlatıyordu, dramatik yapısını da bu yolculuğun üzerine kurmuştuk. “Maddenin Halleri” ise bir hastaneyi anlatıyor. Hastane pek çok insanın birlikte çalıştığı, pek çok hastanın ziyaret ettiği bir yer. Aynı zamanda hastane sadece oradaki insanlardan ibaret değil. Hastanenin binalarını, burada yaşayan hayvanları, tıbbi aletleri, mikropları, uzuvları anlatının dışında bırakmamaya, tüm bunları insanlarla birbirine dikerek yeni bir canlı-cansız kolektif özne yaratmaya çalışan; her insana sevgiyle yaklaşan ama insanı öncelemeyen anlatım olanakları arayan bir yapısı var.
Deniz Tortum
- Filmin en başındaki yazıdan anlıyoruz ki siz bu hastanede (Cerrahpaşa) dünyaya geldiniz ve babanız da uzun yıllar burada çalışmış. Açıkçası bu uyarının ardından bir hayli kişisel bir film izleyeceğimi sandım ama öyle olmadı. Bu anlamda Cerrahpaşa sizin için ne ifade ediyor, bunu anlatabilir misiniz?
Alışageldiğimiz bir anlamda kişisel olmayabilir. Belki böyle bir başlangıç yazısından sonra benim de bir dış ses ya da karakter olarak dahil olduğum, anılarımı, hastaneyle ilişkimi anlattığım, insanlarla röportaj yaptığım bir film beklentisi oluşuyor olabilir. Fakat bunların olmaması filmi kişisellikten uzaklaştırmıyor. Kameranın kullanımından, etrafa nasıl baktığımızdan, nerelere girip, kimlerle zaman geçirdiğimizden gelen yoğun bir aşinalık hissi, ve bu hissin yarattığı bir kişisellik var. Toplumsal olarak ‘duygusal’ olarak kodlamadığımız ama aslında çok da duygusal olan bir kişisellik. ‘Bir aşk oluverdi aşinalık’ gibi bir muğlaklıkta, hangi yöne gittiğini pek çözemediğimiz bir kişisellik.
- Bu arada ne oldu hastanenin akıbeti, neden yıkılmak isteniyordu en başta?
Çeşitli sebepleri var. Binalar eskidiği ve depreme dayanıklı hale getirilmek için yıkılmak isteniyordu. Fakat bu yıkım sonrasında hastanenin aynı alan üzerinde yapılacağına dair bir garanti yoktu. Şu an hastanenin ‘yerinde yapılacağı’ söyleniyor, fakat yeni binaların inşaatı başlamış durumda değil, pek çok servis prefabrik binalarda hizmet veriyor. Bir yandan Cerrahpaşa’nın arsası çok değerli bir arsa, o yüzden olası bir rant kaynağı. Fakültenin Şehir hastaneleri gibi şehir dışına taşınması konuşulanlar arasındaydı. Öte yandan Türkiye’de köklü kurumlar çeşitli sebeplerle güçsüzleştiriliyor. Cerrahpaşa da 2018 yılında İstanbul Üniversitesi’nden zorla koparıldı, kurumsal tarihini ve gücünü yitirdi.
PANDEMİ ETKİSİ
- Pandemi ile birlikte sağlık sektörüne, sağlık çalışanlarına ve hastanelere bakışımız bir hayli değişti sanki. Üstelik sağlık çalışanlarının da hayatı çok değişti, çok daha yoğun bir şekilde çalıştılar şu son 1,5 yıl içinde. Filmin pandemi sonrası ortaya çıkışı, ama tamamen pandemi öncesi bir dönemi anlatıyor oluşu sizde nasıl bir duygu uyandırdı bir belgeselci olarak?
Açıkçası çok rahat değildim, biraz da endişeliydim. Film dünya prömiyerini pandemi öncesinde yapmış, fakat o ilk gösterimden bir ay sonra pandemi başlamıştı. Maddenin Halleri hastanenin gündelik hayatıyla, sıradanlığıyla ilgili. Pandemi ise olağanüstü bir durum. Pandemi başladığında filmin anlamının değişebileceğini düşünmüştüm, bu koşullarda insanların nasıl tepki vereceğini bilmiyordum açıkçası. Fakat beklediğimizden de güzel tepkiler aldık.
SİSTEMDEKİ EKSİKLİK
- Türkiye’deki sağlık sistemine dair nasıl izlenimler edindiniz filmi çekerken?
Film sağlık sistemiyle ilgili değil, o yüzden bu konudaki araştırmalarım ve gözlemlerim eksik. Bir de tabii tek gözlemlediğim hastane Cerrahpaşa’ydı, bu da Türkiye’nin geri kalanına ne kadar tekabül eder bilemiyorum. Sistematik bir şekilde işleyen bir yapıdan ziyade, biraz el yordamıyla dönen bir yapı var. Bu da sadece Cerrahpaşa’yla ilgili değil; Türkiye’de kurumların sürekli sekteye uğrattırılan tarihiyle, YÖK’le, başkancılıkla, sağlıksız hiyerarşilerle, kurallar yerine ilişkilere dayanan yönetim şekilleriyle ilgili. Fakat buna karşın dayanışmanın, yardımlaşmanın ve özverinin çok olduğu, sistemdeki eksikleri dengelediği bir çalışma ortamı var.
- İzlerken edindiğim izlenim neredeyse tek kamera ve çok küçük bir ekiple çalışmış olduğunuz yönündeydi. Doğru mu, nasıl bir ekiple, hangi izinlerle çalıştınız, giremediğiniz yerler oldu mu? Buna bağlı olarak kurgu aşaması ne kadar sürdü, onu da sormak istiyorum, ve ne kadar malzemeyi dışarıda bıraktınız?
Evet çekimleri çok küçük bir ekiple yaptık. Filmin yapımcıları Anna Maria Aslanoğlu, Öykü Canlı, Aslı Erdem ve Fırat Sezgin tüm süreç boyunca her konuda destek oldu. Çekimlerin bir kısmında tek başımaydım, bir kısmında ise özellikle ses kaydı yapmak için 2 kişilik bir ekip oluyorduk. Cem Bilge ve Sinan Kesova çekimlerde çok yardımcı oldu. Dekanlığın ve başhekimliğin iznini aldık. Ayrıca her bölümden ve filmde gözüken kişilerden de ayrı izinler aldık. Giremediğimiz yerler oldu elbet, doğumhaneye girmeyi çok istemiştik ama izin alamadık.
Kurgu aşaması 3 yıla yayıldı. Kurguyu Sercan Sezgin ile beraber yaptık. Sercan’la beraber filmin yapısını ve kalbini bulduk. Çekimler esnasında da kurgu yapıyorduk ve yaptığımız kurguya göre gidip tekrardan çekimler yapıyorduk. Tüm çekimler bittikten sonra da kurguyu son haline getirmek yaklaşık 2 sene sürdü. İki sene boyunca sürekli çalışmadık fakat yaptığınız filme yeni bir gözle bakabilmeniz, doğru değişiklikler yapabilmeniz için aranıza bir mesafe koymanız gerekiyor. O yüzden kurgu süreçleri arasında 5-6 ay zaman bırakıyorduk. Yaklaşık 40 saatlik görüntü çekmiştik. Buradan 70 dakikalık bir film çıktı ortaya.
- Filmde en çok konuşan kişi bir imam; hastanede görevli imam. Onun ölüm ve doğumla ilgili söyledikleri, her ölümün bir başlangıç olduğuna dair kurduğu felsefi/dini çerçeve Cerrahpaşa’nın yıkılması ile ilişkilendirildiğinde nasıl bir mesaj vermek istediğinizi merak ettim doğrusu.
Filmin ilk gösterildiği günlerde, bir arkadaşıma yazdığım bir e-mailden alıntılıyorum:
“Dün yolda yürürken, karşıdan karşıya geçen yaşlıca bir adam öksürdü. O öksürünce biraz çekinerek ona baktım, maskesi yoktu. Denk gelmeyelim diye biraz adımlarımı hızlandırınca, onun yolun ortasında durduğunu ve nefesini toplamaya çalıştığını gördüm. O anda kendi bedenimin içinde olduğum aklımı sardı, genç ve sağlıklı olduğum fakat bir yandan da bu durumun çok geçici bir şey olduğu... Aklıma ‘ruh’ kavramı geldi. Ruh bir yandan ahiretin varlığına, bilincin ölümsüzlüğüne bizi ikna etmeye çalışan bir kavram. Fakat öte yandan da bedenleri ve nesneleri değiş tokuş edebilmemizi sağlayan bir kavram. Yani ben o adam olabilirdim, o adam ben olabilirdi, köşedeki ağaç o adam olabilirdi. Düşününce dünyayı sil baştan kuran bir kavram. Bu kavram ne zaman icat edildi? Bu kavramdan önce insanlar dünyaya nasıl yaklaşıyordu? Orhan Duru’nun bir kitabındandı sanırım, Lokman hekim diyordu: ‘İnsanın yapabileceği en büyük kötülük birlik olmamaktır.’”
Filmde imamın konuşmasından sonra İstanbul’un Fethi mitingine geçiyoruz. Hastaneye hiçbir ödenek çıkarmayıp bakımsızlaşmasına sebep veren siyasi irade yüzlerce hastanın yattığı yerin hemen dibinde denizi doldurup kocaman miting alanı inşa ediyor, şaşaalı mitingler yapıyor. Kutlamalarda havai fişekler patlatılıyor, patladıktan kısa süre sonra kayboluyor.
‘Ölüm artarak genişleyen bir güzelliktir’ diyor imam. Filmin de öyle bir genişleme hali var. Bir kadavradan, yıldızlara dönüşen bina parçacıklarına. Hastanenin de öyle bir yapısı var: hastaların üstünde asistanlar var, asistanların üstünde hocalar, hocaların üstünde devlet, devletin üstünde devletten öte, insandan öte bir zaman var. Herkes ve her şey de en az hastanenin binaları kadar geçici. Birbirimize yer açacağız elbet.
- Belgesel sinemanın ülkemizde ve dünyada geldiği noktayı nasıl yorumluyorsunuz? Ve tabii siz bir belgeselci olarak nasıl bir bakış açısıyla yaklaşıyorsunuz bu mecraya?
Belgesel sinemaya, ya da kurmaca dışı sinemaya yaklaşımım, kurmaca sinemaya yaklaşımımdan çok farklı değil açıkçası. Üretim yönteminde bir yenilik yapıyoruz. Yine önünde sonunda film yapıyoruz, ama bu filmin materyalini bir senaryodan, oyunculuklardan değil de dünyada olan biten gerçek şeylerden alıp topluyoruz. Sinemayı dünyayı okumak, gözlemlemek ve belki dile gelmeye, henüz kavramsallaştıramadığımız şekillerde anlamak için kullanıyoruz.
Ben kendimi birazcık da kronikçi olarak görüyorum, yani eski usül bir tarihçi. Güncel olanla, çağdaş olanla ilgilenen, bu olaylara şerh düşerek, onları kayda geçirmeye çalışan biri. Güncel olanla ilgilenen başat grup gazeteciler. Bir gazetecinin haberi birkaç günde eskiyor ya da önemini yitirebiliyor. Sinemada ise zamansal bir lüksümüz var. Daha uzun süreli düşünebiliyoruz işlenen konular.
En çok etkilendiğim yönetmenlerden biri olan Peter Watkins. O mesela, görsel hikaye anlatımında ‘monoform’dan bahsediyor. Filmlerin büyük bir çoğunluğu çok benzer bir hikaye yapısı kullanıyor. Okullarda da çokça öğretilen, duygusal bir reaksiyon yaratma yöntemleri, kahramanın yolculuğu vs… Bunun ideolojik ve sinemayı daraltan bir şey olduğunu söylüyor. Bu formun dışına çıktığınızda yaptığınız her şey yenilikçi olabiliyor.