Cemil Kavukçu’dan “Örümcek Kapanı”
Her şey öykü olur mu? Yazar, tanık olduğu, yaşadığı, işittiği her ilginç olaydan bir öykü çıkarır mı? Öykü fikri nereden gelir, nasıl gelişir ve okuru büyüleyen bir metne nasıl dönüşür?
Gamze Akdemir-Denizin genişliği, maviliğin eşsizliği… Çocukluğunuzun hayret edişli ilk sezilerinden bugününüze sirayeti… Denizi sadece yazan değil sismik araştırma gemisinde bir jeofizik mühendisi olarak da yaşayan birisi olmak… Denize o içerden bakmayı, onu sıfır noktası kılmayı, eksen kabul etmeyi, algınızda yarattığı o seçiciliği ve elbette yapıtlarınıza etkisini anlatır mısınız?
- Denize ne kadar içerden bakılabilir? Bu, kişinin denizle olan ilişkisine bağlı tabii. Çocukken gördüğümde beni şaşırtan, hatta büyüleyen denizle ilk kez ayaklarımı soktuğum sonra da tuzlu olduğunu fark ettiğim deniz aynı değildi; tıpkı şehir hatları vapurunda yolcu olmakla yıllarca bir araştırma gemisinde çalışırken tanıdığım denizin aynı olmadığı gibi. Gemi adamı değildim ama onlarla birlikte çalışıyordum. Her biri uzun yol deneyimi olan gemicilerdi ve o güne dek dinlemediğim birbirinden ilginç hikâyeler anlatıyorlardı. Denize içeriden bakmaya çalışmama da bu hikâyeler öncülük etti. Uzun süre toprağa ayak basmayınca vücutta biriken statik elektriğin nasıl bir gerilim yarattığını yaşadım. Uzun bir seferden sonra ilk çıktıkları limanda kavga çıkarmalarının nedenini anladım. Denizde çalıştığım yıllarda -ki az sayılmaz, on beş yıl- denizle ilgili bir iki öykü yazabildim ancak. Asıl denizin öykülerime girişi gemiden ayrıldıktan sonradır. Çünkü ancak o yaşamın dışına çıktığımda her şey daha net görünüyordu. Kış aylarında yazı düşlemek gibi bir şey. Öykü, benim için yaşarken değil de yaşandıktan sonra bıraktığı izlerden geliyor. Önemli olanlar kalıyor, gerisi unutuluyor.
- “Örümcek Kapanı” ne kadar “deneme-anı” ve ne kadar deneme-öyküdür? Bu hatlar nasıl kurulu ve konuşludur? Öykülerinizdeki İnegöl eşiğinden yola çıkarak sorarsam deneme sizin için ne kadar kendinizin, kaleminizin, yaşamınızın peşine düşmektir ve “Örümcek Kapanı” okurlara ailece ve arkadaşlarınızla beraber nasıl bir gür sesli merhabadır da?
-“Örümcek Kapanı” deneme ile anının arasında gidip gelir de öyküye yakın durmaz bence. Yazılamamış öykülerden ve onları neden öyküleştiremediğimden söz ediyorum. En az on yıllık bir zaman diliminde yazdıklarımdan seçerek derledim bu kitabı. Deneme ile anı arasındaki hatlar da bu seçimim sonucu oluştu. Denemeler, öykünün haz veren ama bir o kadar da yorucu temposunun yanında durgun bir göl kıyısında sırtüstü uzanıp dinlenmek gibi geldi bana. Evet, kendimin ve yaşamımın peşine düşüyor, hiçbir şeyi kurgulamıyor ve seçerek, ayıklayarak yazıyorum. Zaman dilimlerini kaydırdığımda ya da kimi yaşanmışlıkları ayıkladığımda, hatta bugünden o günlere bakarken ister istemez kurguya da giriyordum ama bu hiç yormadı beni. Çünkü kendimden yola çıkıyordum. Sonuçta kendimin, kalemimin ve yaşamımın peşine düştüm bu denemelerde. Sorunuzun içinde bir soru daha var ki, onu yanıtlamak pek kolay değil. Yazmakla yaşamak arasındaki çözemediğim gizi okurla yüksek sesle ve içtenlikle paylaşmak gibi bir şey bu.
“ÖRÜMCEĞİN AĞI NASIL KUSURSUZSA DİL DE ÖYLE OLMALI”
- Yazmak, hele ki öykü hayatın yerinde açık net karbon kopyası, yerinde kara kutusudur diye düşünür müsünüz? Sonra “Gerçek kişilerden yola çıkıp onların bir yönünü kurgu dünyasında anlatmak bıçak sırtında durmak gibidir” diye yazıyorsunuz.
- Yaşadığım, yaşarken kaygılandığım, acı çektiğim, mutlu olduğum hayat ile oradan aldıklarımla yeniden biçimlendirmeye çalıştığım hayat arasında bir sınır çizgisi var ve ben orada gidip geliyorum. Bu durumda öykü hayatın karbon kopyası olmadığı gibi karakutusu da olmuyor. Öykülerimdeki kişiler, mekânlar, yaşamlar gerçeğe çok yakın dursalar da ben onları başka bir gerçekliğe taşıyorum. Onlar ancak okunduklarında var oluyorlar. Onun dışında yoklar. Gerçek kişilerden yola çıksam da öykülerimdeki kişilerin yaşamda karşılıkları yok. Onları ben kurgulasam da okurun gerçekmiş gibi algılamasını bekliyorum.
- Bir söyleşinizde bahsettiğinizi ifade ettiğiniz mekân ruhunun yanı sıra doğanın (jeofizik mühendisi olmanızın avantajıyla da) öykülerinize sadık esinini de sormak isterim Öykülerinizin huzur ve maziyle kavillerini de ve örümcekle işler nasıl gidiyor, aranız nasıl?
- Her ikisinin de bir daha geri alınamayacak biçimde yok edilmesi karşısında duyduğum üzüntünün ve öfkenin öykülerime yansımasıdır. 60’lı yılların siyah-beyaz Yeşilçam filmleri sinemasal değerlerinden çok o yılların İstanbul’undan görüntüler sunduğu için sevilip izleniyor. Bunu genelleyemem tabi ama en azından ben öyle izliyorum. Kırlarda, ormanlarda, kıraç tepelerde gördüğüm naylon torbalar, plastik ya da metal içecek kutuları, şişe kırıkları canımı yakıyor. Yüzmeyi öğrendiğimiz, balık avladığımız dereler yok artık. Öykülerimde bugün olmayan mekânları, talan edilmemiş bir doğayı sözcüklerle çizdikçe hem hüzünleniyor hem huzur duyuyordum. Mühendis olarak çalıştığım yıllarda insan atıklarının olmadığı bakir sahalarda dolaştım. Hâla kendini koruyabilmiş alanların olması bana güç vermiştir hep.
Tek öğreticinin doğa olduğunu düşünüyorum. Örümcek de onun bir parçası. Kurduğu ağ -ya da kapan- yapısı, geometrisi, kimyası ve düzenlemesiyle muhteşem bir şey. Birbirine atılan ilmiklerle oluşmuştur bu ağ. Bir yazarı oluşturan da başka yazarlardan aldıklarını yaşam deneyimleriyle özdeşleştirerek yeni bir dil kurmasıdır. Örümceğin ağı nasıl kusursuzsa dil de öyle olmalıdır.
- Edebi niteliği neye göre belirlersiniz, öyküye değerlilik düzleminde tanısını nasıl koyarsınız?
- Niteliği belirleyen unsurların en önemlisi dil. Birçok yazar gibi ben de öykünün hem yazılmasının hem de okunmasının romana göre daha zor olduğunu düşünüyorum. Bu arada, öykü okurunun seçici ve sıradanlığa tahammülsüz olduğu da bir gerçek. Daha ilk cümlede okuru o dünyaya çekemezseniz ikinci cümlede işiniz çok daha zor demektir. Üçüncü cümle de buna yeterli olmadıysa öykü okuru orada sizi bırakır. Buradan, okuru ilk üç cümlede nasıl tavlarım diye bir yazar kurnazlığından söz etmiyorum. Asıl olan özgünlük ve içtenliktir. İçten değilseniz, yaptığınıza kendiniz inanmıyorsanız, geçici bir süre yıldızınızı parlatsalar bile yolunuz baştan tıkanmış demektir. Çünkü iyi bir okur bunu hemen anlayacaktır.
“ÖYKÜNÜN ÇEKİRDEĞİ BEKLEMEKTİR. YOKSA TIRMIĞI YERSİN!”
- “Yaşamın her anı öyküye dönüşebilir” ve “Öykü kedi gibiydi, sen onu okşamak istediğin zaman değil de, o kendini sevdirmek istediği zaman yanına geliyordu” sözlerinizden hareketle sorarsam bir öykünün çekirdeği nedir? Kırılma anına ulaşma, o iz sürüş, “sıkıntıların en güzeli” dediğiniz “yazma sıkıntısı” nasıl bir mücadeledir?
- Evet, yaşamın her anı öyküye dönüşebilir. Çünkü biz gün içinde farkında olmadan birçok öykünün içinden geçeriz. Okuduğumuzda beğendiğimiz, içimizi titreten öyküler, benzer deneyimleri paylaştıklarımız, ‘işte beni anlatıyor’ dediklerimizdir. Anlardır, durumlardır. Hatta, “Ben bunu niye düşünemedim ki,” dediklerimizdir. Çünkü öykü yaşamla iç içedir. Okurken bizimle birlikte soluk alıp verir. Buna karşın yaşamı bir öykü malzemesi olarak görmek yanlıştır. Böyle baktığınız anda yapaylık devreye girer. Ardından da okuru küçümseme gelir. Sorunuza gelecek olursak: Öykünün çekirdeği nedir? Yanıt: Beklemektir. Kedi benzetmem de buradan geliyor. “Nasıl bir öykü yazayım?” ya da “Öyle bir öykü yazayım ki, çok farklı, şaşırtıcı, daha önce denenmemiş bir şey olsun” diye yola çıkan yazar kendini sevdirmek istemeyen bir kediyi ısrarla sevmek isteyen birine benzer. Sonunda tırmığı yer. Belki o anda bunun farkında olmaz ama kısa bir süre sonra anlar. Bu, öykünün doğasına karşıdır. Bir öykü hiçbir zaman bana bir bütün olarak gelmedi. Baştan sona onu görmedim. Kapımı çalan, bütünün neresinde yer alacağını bilmediğim bir parçaydı. Bir görüntü, ses, koku, çağrışım ya da anımsamayla gelmiştir o parça. Devamı yoktur. Gelecektir ama ne zaman geleceğini bilmem. Onu yazarım ve beklerim. Yazma sıkıntıları bu bekleme anlarıdır. Bana bir göz kırpan ama uzun süredir gelmeyenler vardır, umudumu kestiklerim vardır. Onlar “yazamadıklarım” dır, “Örümcek Kapanı” nında biraz da onlardan söz ettim. Dinlerken çok etkilendiğim ama öyküye dönüştüremediğim o kadar çok şey var ki… Bu biraz da kan uyuşmazlığı galiba, bir başka kalemde çok güzel öyküye dönüşebilir her biri.
“OKUMAYACAĞIM TEK ÖYKÜM ‘ORMANIN İÇLERİNE DOĞRU’DUR”
- Böyle böyle uçup kaçanların işte yazmak isteyip de yazamadıklarınızın yanı sıra, kalıp kök salan, ya hemen ya da yıllar içinde duygusu, tortusu oturup da yazdığınız, örümcek ağlı (mı) öykülerinizi burada da örnekler misiniz?
- Teması belirlenmiş seçkiler için yazdığım birkaç öykü dışında -ki, onları öykü dünyamın dışında tutuyorum- hepsi yaşamımın tortusundan damıttıklarımdır. Bunları yazarken gergindim. Sanırım, kendinle yüzleşmek ve yaşadıklarımı başka bir dile çevirmekten kaynaklanıyordu bu gerginlik. Hepsi örümcek ağlıydı sonuçta. Ama içlerinden biri vardı ki, hepsinden ayrılıyordu. 90’lı yılların başında yazdığım, daha doğrusu bana kendini yazdıran öyküm: “Ormanın İçlerine Doğru.” En beğendiğim ya da en güçlü bulduğum öyküm değil belki ama bana kendini yazdırış biçimi sarsıcıydı. Neyse, bu konuya girmeyelim. Yazdıktan sonra okumadığım ve okumayacağım tek öykümdür “Ormanın İçlerine Doğru.”