Cannes sinemadır
Bu filmi 13 yıl önce yazmaya başladığını ve aradan geçen zaman içinde çok değiştirdiğini anlatan Garrone başrolü oynayan Marcello Fonte’yle tanıştıktan sonra tüm taşların yerine oturduğunu söylüyor...
Emrah KolukısaNice havalimanından Gary Oldman ve Terry Gilliam ile aynı anda çıkıyoruz. Onlar Londra uçağıyla geldiler elbette ve her ikisini de çıkış kapısında bekleyen fiyakalı araçlar var, küçük bir de orduyla birlikte. Kısa bir süre önce geçirdiği rahatsızlığı atlatmış görünen Gilliam yıllardır süren bir mücadelenin ardından, son anda bir de lehine sonuçlanan mahkemeyi de atlatarak, burada ilk kez görücüye çıkaracağı “The Man Who Killed Don Quiote” için; Gary Oldman ise İngiliz ve Amerikan sineması odaklı özel bir serisine katılmak üzere burada. Bu tesadüfün dışında onları bir daha görebilir miyiz meçhul ama gelir gelmez onlarla karşılaşmak insanı hemen havaya sokuyor, orası kesin.
Köpekler ve insanlar
Dünün ilk filmi sabah 8.30’da basın gösterimi yapılan “Dogman” idi. Cannes’da daha önce “Gomorra” ve “Reality” adlı filmleriyle yarışmış (ve her ikisiyle de Jüri Büyük Ödülü’nü alan) İtalyan sinemacı Matteo Garrone’nin son filmi olan “Dogman” Roma’nın köhne mahallelerinden birinde köpek yıkayarak hayatını kazanan bir adamın hikâyesine odaklanıyor. Filmin ardından düzenlenen basın toplantısında bu filmi 13 yıl önce yazmaya başladığını ve aradan geçen zaman içinde çok değiştirdiğini anlatan Garrone başrolü oynayan Marcello Fonte’yle tanıştıktan sonra tüm taşların yerine oturduğunu söylüyor. Gerçekten de zaman zaman genç bir Al Pacino’yu andıran yüzüyle çok sağlam bir oyunculuk çıkardığını teslim ettiğimiz (toplantıda da en çok alkışı onun aldığını ekleyelim) Fonte buradan bir yorumcu ödülüyle dönerse şaşırmamak lazım. Öte yandan bir intikam (ya da adalet kimilerine göre) hikâyesi anlatan ama onun da ardında köpekler üzerinden kurduğu bir metafora istinaden insanın köpek/leşmiş halini önümüze süren film benzer çevrelerde geçen “Gomorra” kadar etkileyici değil. Köpeklerle insanlarla anlaştığından çok daha iyi anlaşan Marcello (filmdeki adı da aynı gerçekten), kendisinin tam zıddı, kaba saba, iri yarı ve bir hayli dengesiz davranışlarıyla herkesi tedirgin eden Simone’nin ona attığı büyük bir kazık sonucu (ama akrebin huyu bu malum, başka türlüsünü beklemek doğasına aykırı) hapse girer ve çıktığında kendince intikam almak ve dışlandığı küçük arkadaş çevresine yeniden girebilmek için çırpınır durur, ta ki ‘kırılmış’ bir köpek gibi doğasının derinliklerinde gizli şiddete boyun eğene kadar. filmdeki tüm karakterleri aynı rsanın etrafında yaşayan sokak köpekleri gibi düşündüğünüzde daha bir anlam kazanan “Dogman” Cannes Film Festivali’ne başlamak için (son 3 günde geldiğim için birçok filmi kaçırdım maalesef) hiç de fena bir film değil aslında.
‘Ahlat Ağacı’nı beklerken...
Artık son dönemece girildiği için Film Market bir hayli sönükleşmiş ama oradan oraya koşuşan gazeteciler, dağıtımcılar, yapımcı ve yaratıcılar hâlâ baki elbette ve insanlar hiç bıkmadan ellerinde tuttukları “davetiye lütfen” yazılı kâğıtlarla filmlere girmenin bir yolunu arıyor. Bir gece önce sahilde kurulan dev sinemada (Plaj Sineması deniyor) 40. yılını idrak eden “Grease” gösteriliyordu ve büyük bir kalabalık filmi izlemek (ya da orada olduğu söylenen John Travolta’yı bir an için görebilmek) için sahile ve kaldırımlara doluşmuşlardı. Tipik bir Cannes günü böyle bir şey işte. Ne de olsa burası sinemanın ta kendisi ve hayat da onun etrafında şekilleniyor.
Şimdi bizim için varsa yoksa “Ahlat Ağacı” elbette. Nuri Bilge Ceylan ve filmin ekibi de Cannes’da ve cuma akşamı saat 18.30’da başlayacak filmi bekliyor herkes heyecanla. Genel kanı politik yanının ağır bastığı bir festival olduğu yönünde; ne de olsa 1968’in 50. yılını idrak ediyoruz ve bu yıl özellikle kadınların varlığı kendini her zamankinden çok daha fazla hissettiriyor. Bu politik atmosferin bir kadın sinemacıya ödül getirebileceği bile konuşuluyor doğrusu. Tüm bunları cumartesi gecesi yapılacak törende göreceğiz elbette ama şunu da unutmayalım, şişman kadın çıkmadan opera bitmez.