Cam tavanlar, cam asansörler...
Yeni eğlencemiz Cam Tavanlar bakalım yaz sezonunu atlatıp kışa devam edecek mi? Jenerik öyle eğlenceliydi ki “oh” dedim, “nihayet ağlamalı sızlamalı bir dizi değil bu, azıcık içimiz açılsın”.
Elif AktuğAslında Meg Ryan filmlerinden sonra, daha doğrusu hayatın silleleriyle tanışıp hızla büyüdükten sonra bıraktım sulu zırtlak melodramları izlemeyi, gerçek hayat filmlerdeki gibi değil çünkü. Gerçek hayatın içine girince, çalışmaya başlayınca görüyorsunuz ki hiçbir şey filmlerdeki gibi değil. Benziyor kısmen ama en azından sabahın köründe yataktan makyajlı bir şekilde kalkmıyorsunuz, bütün günü stilettolarla koşturarak geçirmiyorsunuz ve ilk iş randevunuzda patronların karşısında sunum yapmıyorsunuz...
Yeni eğlencemiz Cam Tavanlar bakalım yaz sezonunu atlatıp kışa devam edecek mi?
Jenerik öyle eğlenceliydi ki “oh” dedim, “nihayet ağlamalı sızlamalı bir dizi değil bu, azıcık içimiz açılsın”.
Erken bir heyecanlanma yaşamışım zira başarılı çalışkan okumuş kızımızın hikâyesi pek bir acıklı başladı. Baba evi terk etti, anne öldü, (kızı devlet sahiplenmedi her nasılsa) kıza mahalleden bir kadın baktı. Buraya kadar klasik Türk melodramıydı ama kızımız okudu. İşte bu noktada yeniden heyecanlandım, eğitimli kızın hikâyesi eksikti ekranda çünkü. Hatta kızımız o kadar çalışkandı ki üç yılda üniversiteyi bitirdi.
İLK RANDEVUDA İŞE ALINMAK!
Şehre okumaya giderken ne kimseyi tanıyordu ne eşi dostu vardı. Hikâye bu ya işleri rast gitti ilk günden. Yarızamanlı işlerde çalıştı, yurtta kaldı, zaten burslu okumuştu, çok paraya ihtiyacı yoktu. Hocalarla sıkıntı yaşamadı mesela, büyük şans, işyerleriyle sıkıntı yaşamadı, imkânsızı başardı. En büyük sıkıntısı bir gün yurda girmekte gecikince bankta uyuması oldu. Yurt görevlisinin, ülke erkeğinin mantalitesinin altını kalın kalemle çizdiği “Nerede sürtüyorsunuz bu saate kadar?” cümlesi, alkışı hak ediyordu söylemeden edemeyeceğim. Cümle âlem gördü ki kızcağız çalışmaktan dönüyordu. Ha eğlenceden dönen birine de bu cümleyle karşılık verilmez ama biz ülke olarak o noktaya gelemedik henüz...
Kimi kimsesi yokken, anası babası yokken başardı işte. Senarist öyle istemiş, bir masal anlatmıştı. Biz de izledik. Azıcık şaşarak tabii, bir şeyler de yolunda gitsin istemişti zahir. Neyse, kızımız bir akşam yatakta tırnaklarını yerken bir aydınlanma yaşadı. “Ben kendi işimi yapacağım” dedi, ertesi gün gitti bir holdinge, patronların karşısında sunum yaptı, fikrini sattı! İlginç ve ütopik bir durumdu bu. Fikre zerre kadar önem verilmeyen canım ülkemde, okuldan ayrılalı on beş dakika olmuş genç kıza “Ok” dediler, işe aldılar, bir rezidansta ev verdiler ve kız orada sekiz yıl çalıştı, yükseldi, CEO oldu.
O kapılarda kendini, aylarını tüketen, defalarca CV veren, eli yüzü düzgün değil diye bırakın parton karşısına çıkmayı, İK müdürünü bile göremeyen nice insan varken kızımızın şansının yaver gitmesi hepimizi sevindirdi tabii.
Pozitif ayrımcılıktan zerre hoşlanmayan biriyim, kızımız da öyle söyledi zaten bir ara. Hoşlanmam çünkü yıllar önce Güneydoğu’da kız çocukları okusun diye kampanya yapılıyordu, birçok hayırsever kızlara hediyeler getirmiş dağıtıyordu, bir köşede durumu izleyen erkek çocukların bakışını asla unutamam mesela... Cam tavanlar modern dünya insanının iş hayatında belli bir seviyenin üstüne çıkmaya çalışırken karşılaştığı engelleri anlatan bir sendromdur. Sadece kadın yaşamaz bunu, erkek de yaşar... Bizim hikâyemizde kızımız karşılaşıyor bu durumla. Bir gün diyorlar ki “Sen artık yoksun, yerine bir erkek CEO getirdik”... Kadın CEO geldiğini de gördük, patron çocuklarının, yeğenlerinin tanıdıklarının geldiğini gördük, erkeklerin de en az kadınlar kadar ezildiğini gördük. Medya dünyasında öyle şeyler gördük ki yıllar içinde, film yapsanız “Aa bu kadarı da olmaz” der seyirci. Onca saçma sapan diziye/hikâyeye inanmışken medyada dönen dolaplara inanmaz.
AH O MESAJ KAYGILI CÜMLELER
Kızımız da ne yapacak ilerleyen bölümlerde? Bu sistemle, yerine geçen CEO ile savaşacak ve muhtemelen kazanacak savaşı. Aşklar, meşkler, ağlamalar, ayrılıklar, kavuşamamalar göreceğiz, belli ki eğlenceli jenerik bir aldatmaca olarak kalacak. Ha bu saatten sonra bir sitkom da beklemiyorum elbette. Seyirci itiş kakış seviyor, kavuşmayan, mutlu olmayan âşıklar istiyor gibi saçma sapan bir düşünce var yapımcılarda. Reytingi gözyaşından kopartmak daha kolay tabii. Bunu anladık artık. Başı sonu belli Aşk-ı Memnu gibi vasat bir iş yıllarca gün birincisi oldu ya ne desem boş. Yaşadığı rezidansta veya çalıştığı holdingde asansör kullanmayan ve merdiven çıkmayı tercih eden yani zorluklar benim işim, ben buraya ter dökerek geldim mesajı veren kızımız, ikinci bölüm tanıtımında gördük ki zengin bir kadından destek alıyor ve şansı yaver gitmeye devam ediyor. Kendi restoranını açıyor ve koltuğu kaptırdığı ve hatta kalbini kaptırdığı erkek CEO ile, hayatının aşkıyla mücadeleye başlıyor.
Aslında yılmamak, pes etmemek, öğrenilmiş çaresizliğe karşı durmak gibi mesajları var dizinin. Bir de “İnsan ancak korktuğuna karşı bu denli haince saldırır”, “Hayatta iki cins insan vardır, yenilgiyi kabul edenler ve direnip kazananlar” gibi cümleleri.
SIKI DEĞİL AMA SEMPATİK
Yani... “Kendimiz başaramadık, ne cam asansörlerle yükseldik ne cam tavanlı evlerde/ofislerde yaşadık, bari hanım kızımız yükselsin de evde çekirdek çitlerken mutlu olalım” diyen seyirci için güzel bir yaz alternatifi.
Sıkı değil ama sampatik bir iş. Ah bir de burun buruna konuşmak nedir? Şu saçmalıktan bizi kurtaracak bir yönetmen yok mudur? O kadar yaklaştığın biriyle öpüşürsün ancak. Ya da sana o kadar yaklaşan birini “Sapık mısın, acızık geri dur” diye iteklersin ya da patlatırsın suratına! O ağır ağır bakışmalar, o ağır ve bitmeyen yavaş ilerleyen sahnelerle artık mücadele edemeyeceğim. Rahmetli babaannem yaşasa severdi çünkü. Sanırım belli bir yaş grubu için yapıyorlar. O ona baktı, o da ona baktı, o ona bir daha baktı, hımm aralarında bir şey mi var yoksa, aa bak bir daha baktı, gözlerini hafifçe kıstı, yok yok vallahi baktı, tamam bakıştılar artık eminim, hımm tamam bunlar birbirini beğendi! İkna oldum ben...