Çağla, erik, kiraz; derken geldi yaz…
Koronavirüs, Ramazan, bayram büyük laf, tamam, ama fışkırıp parlayan bitki, fırlayıp savrulan börtü böcek bahar dansına kalkacak, insan yerinde sayacak öyle mi? Üstelik yeniden dünyaya gelmişçesine yaşam hepimizi de kendi güzelim sofrasına buyur ederken ha?
M. Sadık Aslankara / Cumhuriyet Kitap EkiKoronavirüs,
Ramazan, bayram büyük laf, tamam, ama fışkırıp parlayan bitki, fırlayıp
savrulan börtü böcek bahar dansına kalkacak, insan yerinde sayacak öyle mi?
Üstelik yeniden dünyaya gelmişçesine yaşam hepimizi de kendi güzelim sofrasına
buyur ederken ha?
Edebiyatın
akademiden kütüphaneye, dergi bürolarından kitabevi raflarına, yayınevi
kapılarından otel odalarına han köşelerine, ucuz aşevlerine bu arada polisten
nezarete, hapishanelere, kalelerle zindanlara dek uzanan genleşme niteliği
yanında açık-kapalı kahvehaneler, meyhaneler, barlar da yazara yurtluk yapıyor
elbet. Madem bayram, gelin biraz da meyhanelerinden bakalım onlara.
Andığım
anamadığım bu mekânlar, yazar için hem acı-tatlı zenginlik hem de çoksesli
kültürel ortamlar olarak belirgin görünürlük sağlıyor. Fethi Naci’nin, meyhane
oturumlarını “akademi” bağlamında nitelemesi boşuna değil bu nedenle. Nitekim
şair, yazar, ressam vb. sanatçıların da bir “sanat-kültür ortamı” açılımı halinde
kaleme aldığı meyhane anılarının önemli yeri var yazınımızda.
Daha
önce bu kavrayışla kaleme alınmış kimi kitaplar vardı zaten. h20’nun, 2018’de
yeni basımlarını sunduğu Mehmed Kemal’in Öğle Rakıları, Fahir Aksoy’un Kürdün
Meyhanesi adlı kitapları yanında Mehmet Ali Işık’ın Bizim Hatay’ı (Artshop,
2017) anımsanabilir sıcağı sıcağına.
ANKARA’NIN
BİR “UNUTULMAZ”I OLARAK “DOSTÇA İLHAN”…
Bu
kez gelin Ankara’ya geçip kurucu İlhan Altıntaş’ın (1939-2019) adını bile
kendine katmış, sanat çevresinin uğrak yeri Dostça’ya oturalım. Tiyatrocu oğlu
İlkay Altıntaş’ın kurgusu, bütünlemesiyle Dostça İlhan’ın anılarını okumak
bayram armağanı: Dostça İlhan / Bir Meyhanecinin Anıları (Dorlion, 2020).
İlkay,
anlatısını kurarken farklı bir yol izliyor diyebilirim. Âdeta aile geleneği
oluştururcasına, Dostça İlhan’ın anıları arasına babasıyla ilişkilerini aktarıp
bunları kendi oğluna aktarıyor; Bak, diyor, sizi buluşturuyorum dede-torun.
İlkay’a göre “İlhan Altıntaş, tanıdığı(.) en iyi hikâye anlatıcısıdır. (…)
Çünkü bir meyhanecinin dinleyecek ve anlatacak çok zamanı vardır.” (11)
Dostça’nın
kapanışını, “bir dönemin de kapanışı” (229) olarak alıyor İlkay. Nitekim
babasının yaşamöyküsünü, Dostça odağında kurarken bu arada pek çok yazarı,
şairi, tiyatrocuyu, ressamı, müzisyeni, yanı sıra farklı çevreyle kültürden
siyasetçiyi, işvereni, akademisyeni de tanıyoruz yer yer gülüntüyle yer yer de
hüzünle. Tabii bilinen yanları kadar ilk kez okunan ayrıntılar eşliğinde.
O
zaman “anı/biyografi” olarak sunulan kitap, Ankara’nın kültür tarihine yönelik
bir sözlü tarih belgeseline dönüşüyor denebilir. Bu da ister istemez 1960
başlarından 80’lere, 90’lara, hatta 2000’lere dek başkentin yaklaşık kırk
yıllık gayri resmi arka planını ele veren bir izdüşümler geçidine dönüşüyor.
Bu
zaman eşiği tümüyle Dostça Meyhanesi odağında yaşanıyor değil. Dostça’nın
açılışından kapanışına geçen süre görece kısa, bunun öncesi, sonrası var; ancak
İlhan Altıntaş, meyhaneci olarak gidip de nerelerde düzen kurarsa çevresindeki
insanlar hareketli bir tarihin öğeleri olarak peşine takılıyor onun.
İlkay’ın
söylediklerine katılmamak elde değil; benim de yakından tanık olduğum bir
nitelik: Yalnız iyi bir anlatıcı değildi İlhan Altıntaş, usta bir hikâye
kurucusuydu aynı zamanda. Ankara’nın bir dönemi üzerine önemli bir kaynakça
kültür tarihçileri için: Dostça İlhan / Bir Meyhanecinin Anıları.
DÜNYA
DAMLASI
Italo
Svevo’dan “Cömert Şarap”
Kitaplar
Adası’na bizden bir-iki romanla tek bir öykü kitabı alıyorum son yıllarda, hadi
yağmur yağmasın iyi ama damla da mı düşmesin dünyadan adaya?
Madem
Dostça İlhan’ın meyhane anılarından girdik, şaraplı bir anlatıyla sürdürelim
yazıyı. Değil mi bayram haftası, gelsin o halde sofrası.
Zeno’nun
Bilinci (Çev.: Neyyire Gül Işık, Can, 1998) adlı romanıyla tanıdığımız Italo
Svevo’dan, dilimize ilk kez çevrilen Cömert Şarap (Çev.: Ersan Üldes, Kafka,
2019) adlı yapıta getireyim sözü. “Anlatı” denilse de daraltılmış roman, hatta
öykü türüne özgü okunabilirlik sergileyen bir metin bu yine de. Ersan Üldes,
yerli yerinde, doygun bir “Sunuş” eklemiş ayrıca yapıta.
Anlatıcı,
karısının yeğeni için verilen “evlilik arifesindeki akşam yemeği”ndedir.
Hastalığı için “maruz kaldığı(.) perhizi” olsa da karısı, doktorundan “o gece
herkes kadar yiyip içebilme(si) için izin almışı(r).” (17, 19)
Akşamki
yemekle sonrası, kolayca kestirilebileceği gibi anlatıcı için kendi “özü(n)ü
inşa etmeye uğraş(makla)” geçer. Bu, kendi ben’ini deşerken, sonuçta
ötekileştireceği yakın-uzak akrabaları ya da dostları, tanıdıkları didikleme,
anlamına gelecektir. Ama “konuşmadığı(.) zamanlarda durmadan içtiği(n)i hiç
kimse fark etme(z)” bu arada (23, 24)
“Devrim
ideali” taşıyan anlatıcı için böyle bir çatışmayı göze almak,
“bağımsızlığı(n)ın ifadesi”dir. (31) Kendi kişisel geçmişini deşmekten geri
durmaz anlatıcı, “tek aşk günahı” da (35) bundan payını alır. Ne var ki
“büsbütün dağılmış zihni”yle (36), hep bir kafeste tıkılı kaldığını kurar.
Dağılmış
zihniyle eve döndüğünde de karabasanlarla boğuşmayı sürdürür. Huzursuzlukla
çalkanırken anlar ki “kurbana ihtiyaç duyan bir din”in üyesidir aslında
karşıdakiler. O, âdeta “diğerlerinin yararına ölmek için(.) seçil(miştir).”
“Hayatta kalmak için yalnız başı(n)a savaşmak zorunda(dır)”, o kadar. (52, 54)
“Herkes
tarafından kınanmıştı(r)” belki ama bu sözler karşılığını bulmuş değildir yine
de. Anlatıcı o soruyu yöneltir işte; “Çocuklarımızın bizi bağışlamasını nasıl
sağlayacağız onlara böyle bir hayatı sunduktan sonra?” Sonuçta, “kuyruğunu
kovalayıp duran, kendi kurtuluşu için kendi öz kızını kurban etmeye dünden razı
olan da” kendisi değil midir? (56, 59,
60)
Şu
çağda çocuklarımıza Covid-19 sunduğumuza göre sorgulama anlatısı olarak bu
yanıyla da Svevo’nun Cömert Şarap’ı okunası, berrak bir metin.
İşte
masanız, kitabınız, virüse inat gelsin o halde kadehiniz, iyi okumalar.
ÖYKÜDENLİK…
Nilgün
Çelik; “Gelenler”…
Öykücü
olarak Nilgün Çelik’i, yayımladığı ilk öykü kitabıyla tanıdım: Gelenler (İndie,
2020). Yirmiye yakın öyküsünde gözümü kısıyorum, usta bir öykücü karşımdaki,
yeniden bakıyorum, Tarık Dursun K’nin deyişiyle bir “Güzel Acemilik” sızıyor
yine de bunlardan.
Şöyle
diyeyim; “Acur”, “Sürgün Yeri”, “Geri Alma”, “Gelenler” vb. düzeyli örneklerin
yanında sönük kalanları ayıklamasını beklerdim doğrusu yazardan. Böyle bir
seçim yapılmadığı görülebiliyor. O zaman kimilerinden âdeta gülmece havası
sızarken, kimileri de çizgiselliğe göz kırpıyor
Bunun
yanında sözcük seçimiyle yerleştiriminde de kimi eksikler dikkati çekiyor.
“Ağlayım mı istersin?” (17), “kör denizin ahraz balığı” (32), “birini kaldırsan
hepsi yıkılacak” (61) gibi demlenmiş söyleyişleri, ister istemez beklentiyi bu
yönde pekiştiriyor.
Şiir işçiliği olan Nilgün’ün öyküde direnmesini bekliyorum yine de. Çünkü o, öyküde ruhsal karmaşaya dayalı bir artalan yaratırken, 1. Bakışımlı diziliş yerine çaprazlama dizilişi yeğleyişiyle 2. Sıçramalı geçişlerinde ben’le öteki’ne dönük kaydırmalı sorgulayıcı tutumuyla anlatıya kıvraklık getirirken, bu yaklaşımıyla da dikkati çekiyor. Bu yolla okuru etkin kılıp, öyküyü birlikte deşmeye çağırıyor. Nilgün’den görece iyi bir başlangıç: Gelenler.