‘Burada da kendi ülkemde de yabancıyım’

Hayatının büyük kısmı Türkiye’de geçmiş İranlı yazar Shahzadeh Igual’in romanı ‘Tahran’ın Kırmızı Sirenleri’ kısa sürede ciddi bir okur ilgisiyle karşılandı. Igual ile romanını ve ikiye bölünmüş hayatını konuştuk.

Emrah Kolukısa

25 yıldan uzun bir süredir Türkiye’de yaşıyor Shahzadeh Igual. Küçük yaşta gelmiş, burada büyümüş, burada âşık olup evlenmiş, ama kendi deyişiyle bir türlü “kök salamamış” biri o. Bir anlamda teselliyi kitaplarda bulmuş ve nihayet kendi de kalemi eline alıp yazmaya başlamış. Mona Kitap etiketiyle basılan “Tahran’ın Kırmızı Sirenleri” Igual’ın çocukluğundan günümüze kadar gelen kendi hayat öyküsünü anlatan bir roman. Otobiyografik özellikler taşıyan bu ilk romanın ardından nasıl bir ikinci roman gelir bilemiyoruz ama edebiyatımızın Türkçe yazan İranlı bir yazar kazandığını söyleyebiliriz rahatlıkla. Shahzadeh Igual ile romanını, hayatını ve Ortadoğu’nun bitmeyen acılarını konuştuk.

Sevgi en büyük inanç

- Romanda birçok kayıp var: Çocukluğun kaybı, vatan kaybı, anne baba kaybı. Şu soru geliyor aklıma, acaba kayıplar çok mu belirledi hayatınızı?

Kayıplar hayatımın akışını belirlemedi aslında, kayıplar benim her sabah uyandığımda neyi kaybedeceğimi düşündürdü bana. Sıradaki ne olabilir diye... Ve her sabah şükranla uyanmamı sağladı. Savaştaki çocukluğumun kaybı benim için çok önemliydi, ta ki annemi kaybedene kadar. Annemi kaybedene kadar, aslında bir de vatanın içinde yaşamayı, o lüksü kaybedene kadar. En önemli ihtiyaçlar çocukluğumdan beri benim için lüks. Kayıplar kimilerini sertleştirir, nasırlaştırır, hele böylesi derin kayıplar, her seferinde bir uzvunu kaybeder gibi olursun; beni ise daha çok merhamet sahibi yaptı. Hâlâ ben sevgiye çok inanırım, sevgi benim için en büyük inanç.

Yeşermek zordur

- Öte yandan 90’lı yılların başında, 10-12 yaşlarında başlayan bir Türkiye hayatınız var. İster istemez kendi vatanından uzakta başka bir vatan yaratmış oldunuz, yüreğiniz ikiye bölündü. Bununla başa çıkmak zor oldu mu?

Başa çıkılması imkânsız bir hadise bu. Bununla yaşamayı öğreniyorsunuz. Pek çok travma, pek çok kayıp yeri doldurulamayan boşluklar yaratır. Ve ben bu koca deliklerle, çukura girmemek için sokakta sekeriz ya hani, işte ben sekerek yaşıyorum bunlarla. Her sabah uyandığımda farklı bir duyguyla uyanıyorum, hiç savaş görmemiş, hiç gurbet yaşamamış, hiç kayıp yaşamamış insanlardan çok daha farklıdır benim sabah uyanışlarım ve gece yatışlarım. Başa çıkılması imkânsız hadiseler getiriyor beraberinde savaşlar, göçler ve akabinde gelen gurbet hayatı. Üstelik benimkisi emrivaki bir göç, en sevdiği oyuncak elinden alınan bir çocuğun yaşadıklarını yaşadım ben. Şu anda gitmek istesem bu benim seçimim olur. Yeşermek zordur, ben bunu fark ettim, bunu hissettim. Kitapta da yazdığım gibi “yanlış saksılarda büyüyen çiçekleriz biz”. Kök salmak çok kolay değil. Özellikle buluğ çağının altındaki çocuklar için neredeyse imkânsız. Evet şekil alıyoruz, girdiği kabın şeklini alan su gibi. ben de şekil aldım burada. Bir kere anadilimden çok daha iyi konuştuğuma inandığım bir Türkçem var, sonradan öğrenmiş olmama rağmen. her şeye katılırım, bayramda bayrak asarım, maçta herkes gibi heyecanlanırım, şehit haberlerinde üzülürüm, ama ben hep bir yabancıyım burada. Ve beraberinde ben İran’da da artık bir yabancıyım. Ve ben kısacası buna vatansızlık diyorum.

Nuriye ve Semih mesajı

- Evrim Teorisi öğretiliyor mu İran’da?

Evet, beşinci sınıfta. Öğretiliyor çünkü İslama ters değil bu. Benim son yıllarda çok beğenerek takip ettiğim bir ilahiyatçı var, İhsan Eliaçık. Türkiye’de bu gibi insanlar olduğu sürece umut var demektir. Nuriye gibi, Semih gibi, kutsal bir görev üstlendi o çocuklar ve ölebilirler, ve gerçekten Allah’a inanan, cumaya giden, bütün argümanlarının içinde en az beş kere Allah ve Müslüman geçen bir devletin canını acıtmıyorsa; en doğal hakları olan işlerini geri isteyen bu iki çocuğun yok oluşu Allah’a inanan bir liderin ya da devlet görevlilerinin canını acıtmıyorsa işte orada hiçbir dinden bahsedemeyiz aslında.

Arapça ifadeler

- Romana gelirsek... Anadiliniz Farsça ama “Tahran’ın Kırmızı Sirenleri’ni” Türkçe yazdınız. Zorlandığınız anlar olmadı mı hiç?

Farsçanın güçlü varlığından yararlanarak anlatmak istediğim, tasvir etmek istediğim hadiselerde çok zorlandım. Farsça çok güçlü bir lisandır ve Türkçeyle karıştığı zaman ancak güzel bir eser ortaya çıkabiliyor. Sadece öğrendiğim Türkçeyle yazmış olsaydım bu kadar vurucu ve duygularımı bu kadar net anlatamayabilirdim. Romanda Arapça ifadeler de var. Evet Farsça çokça var romanda ama Arapçanın özellikle Ortadoğu’daki yaşananları, Ortadoğu’daki muharebeleri anlatacak en zengin dil olduğunu düşünüyorum. Çünkü buna vakıflar. Yıllardır bunu yazıp çiziyorlar... Binlerce yıldır orada vuku bulan hadiseler ancak o dilin zenginliğiyle anlatılabilir diye düşünüyorum.

Çocuklarla empati

- Bugün Ortadoğu coğrafyası yine yanıyor, yine savaş var. Suriye’den kaçıp gelen, sayısı milyonlarla ifade edilen insan var memleketimizde. Siz de çocukluğu savaş yüzünden heba edilmiş biri olarak onlarla empati kuruyor musunuz?

Ben daha çok çocuklarla empati kurabiliyorum. Eli silah tutan, ya da hatta yemek yapabilen, ya da bir iğne vurabilen insanların savaş ortamlarında memleketlerini terk etmemeleri gerektiğine inanıyorum. Bunun kitabımda da uzun uzun altını çizdim. Ne olursa olsun, rejimle anlaşırsınız anlaşmazsınız, mesele eğer toprak meselesiyse topraklar terk edilmez. Fakat herhangi bir göçün şartlar ve ahval ne olursa olsun bila istisna etki bıraktığı, en çok etkilediği çocuklardır. Tabii ki empati kuruyorum onlarla. Bir çocuk ne kadar kötü niyetli olabilir ki? Bazen sosyal medyada falan görüyorum, “Suriyeliler evine gitsin” diyenler oluyor ya da sokakta saldırıyorlar... Ben böyle söylemleri ırkçı buluyorum. Hatta evet, Suudi Arabistan ile İran arasında çok ciddi siyasi sıkıntılar var, elbette ki benim vatanım haklı bu konuda, ama “Araplaştırılıyoruz” sözü bile ırkçı bir söylem gibi geliyor bana.

- Türkiye’de İran’a karşı bir önyargı olagelmiştir hep. “İran gibi olmayalım” denir sıklıkla mesela. Bu önyargıyla siz de karşılaştınız mı kendi adınıza?

Çok. Eski yıllarda daha da çok. İran maalesef ki devrim ve akabindeki muazzam ambargoyla beraber dezenformasyonların da ülkesi oldu. İran’dan direkt doğru haber gelmedi. Hep yorumlu havuz haberlerle beslendi Türkiye ve diğer ülkeler. Benim burada yaşayan Türk insanlarına şöyle bir, gönül koyma demeyeceğim de, önerim oluyordu ancak: Komşu ülkeni bir Amarikalının tanıdığı gibi tanıma, çünkü öyle değil. İran’ın ambargosu sadece iktisadi bir ambargo değildi. İran’ın kültürüne, İran’ın başarısına, İran’ın büyümesine, sanayiine, her şeyine ambargo kondu. Amerika nasıl istediyse İran öyle tanındı.