‘Bugün yeteneksize çağdaş deniyor’

Erol Deneç, fantastik gerçekçiliğin dünyadaki önemli temsilcilerinden. 55 yıllık sanat yaşamından seçilenleri buluşturan retrospektif sergisi İş Sanat Kibele Galerisi’nde açıldı. 18 Şubat’a kadar sürecek sergi ekseninde Deneç’le hem sıra dışı hayatını hem de sanatını konuştuk.

Ezgi Atabilen

- Sergiyi gezerken merak ettim, resimleriniz böyleyse rüyalarınız kim bilir nasıldır...

İnsan öyle bir bilinmez, öyle gizemli bir varlık ki... Evrenin varoluşundan beri hepimiz vardık, bir yerlerde ve bir şekillerde. Bu sonsuz zamana yayılmış hatıraların hepsini hatırlasak anında çıldırırız. Fakat bu hatıraların hepsi, bu ezeli hafıza bazen kendini hatırlatıyor. Fantastik sanatçılara bilhassa rüyalar ilham kaynağı oluyor.

- Ezeli hafızadan bahsetmişken, siz sanatın da geçmişi, bugünü ve geleceği aynı anda kapsaması gerektiğini savunursunuz. Nedir bundan kastınız?

Köksüz ağaç yaşar mı? Kök Rönesans sanatı. O zaman adamlar resim yapmasını biliyorlardı. Bugün ne kadar yeteneksiz, bilgisizse onun yaptığına “çağdaş” deniyor. Yere boya döküyorlar, soyunup boyanın üzerine şöyle bir oturuyorlar, çağdaş sanat oluyor. Boş çerçeveyi satıyorlar. İş midir bu?.. Sürrealizm ya da fantastik realizm, mağara devrinden beri var. Hiç modası geçmeyen bir akım. Mesela Ortaçağ’da yaşayan Hieronymus Bosch. Ya da unutulan bir ressam vardı, Mehmet Siyah Kalem. O güne hitap ettiği gibi, bugüne de hitap ediyor, yarına da edecek.

- Boş çerçeve sanat değil midir, diyorsunuz?

Bu 50’li yıllarda dadaizm akımında yapıldı. O zaman boş çerçeveyi sattılar. İç çamaşırlarını kirletip sanat diye sattılar. Ama onları alanların torunları çöpe attı.

- Peki acaba yapıtın para edip etmemesi onun sanat olup olmadığının ispatı mıdır?

Bugün acentalar var, para verirseniz meşhur ediyorlar. Veya bazı sanatçıları açık artırmalarda satılmış gösterip popüler yapabiliyorlar. Halkın kültür birikimi olmayınca onları sanat sanıp alabiliyor. Bir de sanat eseri alanlar ‘acaba hangisini alsam?’ diye galericilere soruyorlar. Galericiler de iş adamları, paradan anlıyorlar ama sanattan anlamıyorlar.

- ‘Gerçek sanat’ tanımınız nedir?

Gerçek sanat klasik sanattır. Ama her yüzyılın klasik sanatı farklıdır. Bugünün klasik sanatı fantastik realizmdir. Fakat bu zor bir ekol. Çünkü hem hayal gücü hem olağanüstü teknik beceri gerekiyor. Herkeste bu yok. Mesela Salvador Dali döneminde tek ressamdı. O zaman başka ressam yok muydu? Matisse, Picasso... onlar da vardı. Ama onlar daha ziyade grafikerdi. Deneysel resim yaptılar. Ama resim gibi resim, yani Rönesans tekniklerine uygun resim yapan sırf Dali vardı. İşte onlar gelecek kuşaklara aktarıldı. Sanırım bir yerde benim durumum da Türkiye için öyle… Tabii severek, sanat yapmaya çalışarak yapılan sanattır. Eğer ‘ne yapsam daha kolay satarım’ çabası varsa, ben ona zanaat diyorum. O iş adamı olmuştur, sanatçı değil...

- 1997’de bir röportajınızda “Türkiye’de fantastik gerçekçilik akımı 10 yıl içinde patlayacak” demişsiniz. Hâlâ patlamış değil...

Geç kalmış o zaman. Türk ırkı bir şeyi çok zor kabul ediyor, kabullenince de bırakmıyor. Çağdaş denilen sanata bir saplanmışlar ki... Dünyada fantastik realizmin patlamadığı bir Türkiye kaldı. Çünkü galeriler ellerindeki sanatçıları satmak için yeni bir şeye dur demeye çalışıyorlar. Ama güneş balçıkla sıvanmaz. Türkiye de buna uyanacak.

- Sizce Türkiye’de sanatınızın kıymeti bilindi mi?

İnşallah bundan sonra olur. 75 yaşına geldim, şimdiye kadarki en ideal mekân bu sergiyi açtığım mekân. Her şeyin bir zamanı var. Belki zamanı gelmiştir artık. İnşallah resim alanlar bu sefer uyanırlar.

- Sizce Türkiye’nin gündemi de sürreal değil mi?

Enteresan. Fakat her gecenin bir sabahı var. Her çıkışın bir inişi. Şimdi bir gecedeysek, güzel günlerin habercisi bu. Bu zorluklar insanları birbirine kenetleyecek. Ben ümitliyim gelecekten. Ümitli olmasam ne yazar? Ümitli olmak daha güzel...

ALPLER’İN ETEĞİNDE İNZİVA HAYATI

“Türkiye’de yaptığım ilk resimler ‘Big Bang’ gibi, çok şiddetliydi. Fakat zaman içinde o şevkin azaldığını hissettim. Şehir hayatı biraz içimi boşalttı gibi geldi. Viyana’da bulunduğum yılarda köyden şehre göç başlamıştı. Ben şehir insanıydım ama eşim tabiatı seviyordu. Alp Dağları’nın eteklerinde, şahane manzaralı bir evde yaşadık. Eşim, beş çocuğumuz ve ben. Yedi ev vardı yaşadığımız köyde. Bir tarafa bakıyorduk, orman; dağın tepesinde bir şato, göle aksediyor. Bir tarafta Macaristan manzarası. Orada koyunlarım, kuzularım, arılarım, tavuklarım, ağaçlarım vardı. Gündüzleri bahçede çalışıyor, odun yarıyordum. Kışın resim yapıyor, yazı bahçede geçiriyordum. Avrupa’nın değişik yerlerinde, daha ziyade Viyana ve Almanya’da sergiler açıyordum. Nasıl dayanıyordun köy hayatına derseniz, eşimi çok seviyordum.”