Bu yıl jürinin işi zor

'The Paperboy', Amerikan filmleri içinde en iyiler arasına yerleşti. Cronenberg, bu kez, Don DeLillo'nun "Cosmopolis" romanını mükemmel bir teknikle uyarlamış. Sergey Loznitsa'nın "Siste"si, Altın Palmiye için biçilmiş kaftan bir senaryoya dayanıyor.

cumhuriyet.com.tr

Bu yıl Cannes’da güneyi ve kuzeyi ile Amerikalıların ağırlıklı olacağı ilk baştan duyurulmuştu. Festivalin bitimine iki gün kala ABD’li ve Kanadalı yönetmenlerin eserlerinde bir yoğunlaşma yaşadık. Perşembe sabahını ABD’li Lee Daniels’ın “The Paperboy”u, cuma sabahını da bu buluşmanın son ağır topu Kanadalı David Cronenberg’den “Cosmopolis” ile açtık.

Amerikalı yazar Pete Dexter’ın “The Paperboy” adlı romanını aynı adla beyazperdeye uyarlayan Daniels’ın filmi bu yıl izlediğimiz Amerikan filmleri arasında Wes Anderson ve genç yönetmen Benh Zeitlin isimleriyle festivalin en iyileri arasına yerleşti.

Gazeteci Ward (Matthew Mcconaughey) polis öldürmekten idama mahkûm edilmiş bir suçlu, Hillary (John Cusack) hakkında araştırma hazırlamak üzere doğduğu kent Florida Lately’ye gelir. Aslında Ward’u davet eden Hillary ile mektup aracılığıyla platonik bir aşk yaşayan Charlotte (Nicole Kidman) mahkûmun suçsuzluğuna inanmaktadır.

Ward’un babası kentin en önemli gazetesinin sahibidir. Son derece romantik ve yakışıklı bir genç olan küçük kardeşi Jack (Zac Efron) babasına dağıtım işinde yardım etmektedir. Jack’ın bir kenar mahalle yosmasını andırır, fettan Charlotte’a tutulması işleri çetrefilleştirecektir.

1969’da yaşanan hikâyeyi anlatan ve olayların kahramanlarından, 25 yıllık dadı ve Jack’ın can dostu, ikinci annesi Afro-Amerikalı Anita rolündeki Macy Gray ve özellikle Nicole Kidman (En İyi Kadın Oyuncu niye olmasın?) çok başarılı kompozisyonlar çizmişler. Filmin geri planında süren ırk ve cinsiyet ayrımcılığı esere çok ustaca yerleştirilmiş. Sonunda Hollywood’dan da çok hoş bir film izledik diyebiliriz.

Şimdiden klasikleşmiş bir roman, bir filmle birleşirse ortaya ille de harika bir çocuk çıkmaz. Hatta böyle bir varsayımın ne denli sakıncalı olduğu bugüne kadar yapılmış yüzlerce çalışmada kanıtlanmıştır. Ne var ki, böyle eserleri denemenin dayanılmaz cazibesini de herhalde en iyi, Kanadalı ünlü yönetmen Cronenberg gibiler bilir. Kimi Fransız edebiyat eleştirmenlerine göre 20. yüzyılın son, 21. yüzyılın ilk başeseri diye niteledikleri Amerikalı yazar Don DeLillo’nun “Cosmopolis”i sinemacının gönlünde yatıyormuş.

Her durumda mükemmel bir teknik, özgün bir dekor sayesinde filme başarılı bir Cronenberg havası egemen. Oyuncular gayet iyi. Metin ve diyalog yoğunluğu sinemaya pek yaşama şansı tanımıyor.

Sergey Loznitsa’nın (1964) “In the Fog/ Siste” başlıklı yarışma filmi Rusça veya Rus sinemasının son yıllarda dirilişinin güzel bir habercisi daha dersek, sanırım pek yanılmayız. En azından yarım yüzyıl dünya sinemasında haklı saygın ve onurlu bir konuma sahip olan Sovyet ekolünün küllerinden nihayet büyük sinemacılar doğmaya başladı.

II. Dünya Savaşı sırasında Nazi ordusu işgali altındaki bir Belarus köyünde 4 demiryolcudan 3’ü sabotajdan idam edilir.

Dördüncüsü serbest bırakılır. Hayatı kurtuldu sanılan Souchenia (Vladimir Svirski) aslında böylelikle ömür boyu işkenceyle ölüme mahkûm edilmiş demektir. Zira köy halkı onu bir hain olarak görmektedir.

Yunan filozof Herakleitos’un bir deyişi filmin özünü çok doğru yansıtıyor: “Ruhu barbar olan için göz ve kulaklar sadece yoksul tanıklardır.” Altın Palmiye için biçilmiş kaftan bir senaryo; muhteşem bir estetik hassasiyetle kullanılmış ışık, renk, fotoğraflar.

Filmin akışının büyük ustalıkla iç içe geçirilmiş halkalar biçiminde birbirilerini tamamlamaları, defteri kapanmış bir dönemin simgeleriyle insan vicdanının hesaplaşması öylesine bir zarafetle diyaloglara ve davranışlara yansıtılmış ki, hayran olmamak elde değil. Büyük, büyüyen bir sinemayla karşı karşıyayız. Bu sene jürinin işi çok zor olacak, çok zor…