‘Bu topraklardaki tüm medeniyetler kanımızda! (01.07.2021)
Ahmet Ümit: “Bu topraklarda ne kadar medeniyet varsa hepsi bizim kültürümüz, mirasımızdır. Hititler, Roma, Doğu Roma Selçuklu, Osmanlı, Likya, Lidya, Frigya, Hattiler, Assurlular ne varsa kanımızda. Köklerimiz 3 bin yıl önceye uzanıyor. Art arda gelmiş sayısız uygarlıklar var yani neyle sınırlıyoruz kendimizi? Bundan daha ahmakça bir şey olamaz! Biz bu tarihe, kültüre sahip çıkarsak ne Türklüğümüze halel gelir ne dinimize. Ben bu kitapları bu nedenle yazıyorum. Bunu bir turizm olayı olarak görmüyorum, bunu bir kimlik olarak görüyorum. Eğer tarihimizin farkına varmazsak kimliğimizin de farkına varamayız.”
Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap EkiAhmet Ümit’ten, günümüz ve mitolojinin birbirlerine adeta bir DNA sarmalı gibi dolandığı, polisiyeyi arkeoloji ve mitolojiyle harmanlayarak, bir ayağımız yerde bir ayağımız Olimpos’ta iki boyutlu bir dünyanın içine yolculuğa çıkardığı usta işi bir roman; Kayıp Tanrılar Ülkesi.
Berlin Emniyet Müdürlüğü’nün Türk asıllı başkomiseri Yıldız Karasu ve yardımcısı Tobias Becker, göçmenlerin, işgal evlerinin ve sokak sanatçılarının renklendirdiği Berlin sokaklarından Bergama’ya uzanan bir macerada, bir seri cinayetler dizisini çözmeye çalışıyor. Soruşturmanın Türkiye ayağında sürpriz bir ismin olaya dahil olmasıyla da heyecanın dozu gitgide artıyor.
İki zamanlı, iki dilli romanda kendini tanrı sanan bir katilin peşine düşüyor, ruhunun derinliklerine iniyor, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’daki değişimi, Türklerin Almanya’ya göçünün 60. yılında yaşadıkları değişimi, dönüşümü gözlemliyoruz. Bir yandan da mitolojideki 12 tanrının, karmaşık tanrıların çıkmazlarına, hele ki baba-oğul arasındaki güç mücadelelerine Zeus’un dilinden tanık oluyoruz.
Kayıp Tanrılar Ülkesi, Zeus Altarı ve Pergamon Tapınağı’nın gölgesinde mitlere günümüzde yeniden yaşam verirken, suçun çağlar ve kültürler boyu değişmeyen doğasını bir tokat gibi yüzümüze çarpıyor.
- Kayıp Tanrılar Ülkesi’ni yazmaya karar verme sürecini sorarak başlayalım söyleşimize.
Yazma fikrinin oluşması 10 yıllık öncesine dayanıyor. 2011’de Bergama’ya bir konuşma yapmaya gitmiştim. O dönemin Belediye Başkanı Mehmet Gönenç, bu romanı aklıma düşüren kişi oldu. Fakat özellikle son dört, beş yıl belirleyici oldu. Romanım için epey bir süre Berlin’de yaşadım, Berlin ile Bergama arasında mekik dokudum. Yazımı aşamasını da son üç yılda tamamladım.
- Canlı bir Avrupa şehri olan Berlin’de yaşarken kültürünü, sanatını, insanını gözlemledin, Türklerle yakın çalıştın. Sana yardımcı olanlar oldu kuşkusuz. Bundan ve saha araştırmasından bahseder misin?
Doğru, dostlarım sorduğum her sorunun yanıtını verdiler. Berlin’de, Yeşiller Milletvekili Özcan Mutlu çok yardım etti. Oradaki arkeologlarla konuştum, Pergamon Müzesi’nin müdürüyle görüştüm. Burada da eski Bergama Belediye Başkanı Mehmet Gönenç çok yardım etti. Berlin’de UNESCO Temsilcisi Bülent Türkmen aynı şekilde sonra Kazı Başkanı Güler Ateş çok yardım etti. Hem Almanya’da hem Türkiye’de çok destek gördüm, hepsine çok teşekkür ediyorum.
- Romanın acı bir ithafla başlıyor!
Evet, IŞİD’lilerin yıkıp yok etmek için yerini öğrenmeye çalıştıkları ve gördüğü ağır işkencelere rağmen, Palmira antik kentinin en önemli eserlerinin yerini söylemediği için kafası kesilerek öldürülen arkeolog Halid Esad’ın anısına ithaf ettim. Gerçek bir kahraman, bütün önemli eserleri onlardan sakladı ve bu uğurda can verdi.
- Tarih araştırmalara ilgin yeni değil Patasana’nın merkezinde de yer alıyordu.
Doğru, romanlarımın çoğunda tarih mutlaka yer alıyor. Şöyle düşünüyorum; bu toprakların olağanüstü bir tarihi var, açık hava müzesi ülkemiz. Fakat biz bunun farkında değiliz. Çok alışığız, yöneticiler farkında değil, kültür olarak yeterince benimsemiyor ve içselleştirmiyoruz. Ama bence yazarlar da çok farkında değil, bu konuyu yazan çok az yazar var.
- Kıyaslayınca Avrupa’da ise tam tersine bir açlık var bu konuda.
Tabii. Avrupa’da 19. yüzyılda, Sanayi Devrimi sonrası dev kapitalist ülkeler İngiltere, Fransa ve Almanya yeni emperyal güçler olarak ortaya çıkıyorlar. Ve zenginleşmeyle beraber kendilerine soylu bir kök arıyorlar. Bunun da en iyi yollarından biri müzeler açmak.
Fransızlar Louvre’u, İngilizler British Museum’u açıyor. Ortadoğu’yu resmen yağmalayarak müzelerine taşıyorlar. Almanlar da Pergamon’dan bizim Pergamon Altar’ını alıyor. İşte Truva’yı keşfeden arkeolog Heinrich Schliemann Truva’daki hazineleri kaçırmış.
Ama tabii bunları şimdi böyle söylemek kolay ama biz niye korumuyoruz sorusu önemli. Sorun bu.
‘ABDÜLHAMİT, PERGAMON’U ALMANLARA SATTI!’
- Pergamon’u resmen sattığımız da düşünülürse tabii ne dense az!
Korkunç. Carl Humann isimli bir yol mühendisi var romanda da anlattım. Humann verem ve güneşli diye önce Osmanlı topraklarına Yunanistan’a geliyor. Sonra İzmir tarafına geçiyor, Ayvalık-İzmir üzerinde yol yaparken Pergamon’u görüyor ve kazılara başlıyor. 1871’de ilk kaçak kazıyı yapıyor ve parçaları kaçırıyor.
İlk kazı kaçak ama ya sonrasına ne demeli! Humann parçaları kaçırıp götürünce oradakiler bu dünyanın sekizinci harikası Pergamon Altarı diyerek uyanıyorlar ve bu kez devlete başvurup üstüne resmi izin alıyorlar. Belgeler çıkıyor. Satıyorlar bizimkiler. Padişah Abdülhamit’in izniyle gidiyor resmen.
Bizimkileri şöyle kazıklıyorlar, ne olduğunu söylemiyorlar. Bizimkiler farkında bile değil. Sonra son derece ucuz bir şekilde yarı hibe yarı satış gibi satıyorlar ve asıl değerli parçayı yani Pergamon Altar’ın alıp götürüyorlar.
Bugün dava açsak alabilir miyiz belli değil çünkü satış belgesi var. Alabilir miyiz belki zor ama hiç değilse elimizdekileri kaybetmeyelim ki benim bu kitabı yazmamın en önemli nedeni de bu. Patasana’yı da bunun için yazdım.
Karun Hazineleri’ni Özgen Acar uğraştı, getirdi. Geldikten sonra en değerli parçayı çaldılar ve yerine imitasyon koydular düşünün!
- Olağanüstü tarihimizin farkında olmamamıza, biz bizden umarsızca nasıl kopmuşuz/kopuyoruz’a ilişkin görüşlerini açar mısın?
Tarihe bakış açımız çok ama çok sorunlu. Tarihimizi yanlış algılıyoruz o nedenle de yeterince sahip çıkmıyoruz. Korumadığımız gibi koruyamıyoruz da…
Fatih Sultan Mehmet tarih konusunda torunun torunu olan Abdülhamit’i geçtik bugünkü insanlardan bile çok daha ilericiydi. “Ben Roma İmparatoruyum” diyor.
Fatih Sultan Mehmet’in perspektifi bugün aslında bizim tarih perspektifimizdir. Nedir? Bu topraklarda ne kadar medeniyet varsa hepsi bizim kültürümüz, mirasımızdır. Hititler, Roma, Doğu Roma Selçuklu, Osmanlı, Likya, Lidya, Frigya, Hattiler, Assurlular ne varsa kanımızda. Buna sahip olmak ne demek? Dünya vatandaşı olmak demek.
Fatih Sultan Mehmet böyle bir vizyona sahipti onun için bir devleti bir imparatorluğa yükseltti. Sonra gelenlerin pek çoğu bu vizyonu asla benimseyemedi. Şimdi tabii açıktan geri dönemiyorlar çünkü çok büyük kazanımlar elde edildi.
Müze-i Hümayun’u kuran Osman Hamdi Bey ile en azından bu tarihi eserleri korumak gerektiğinin farkına varıldı. Asar-ı Atika Nizamnamesi ile eski eserler koruma altına alınmaya başlandı. Daha sonra Mustafa Kemal Atatürk bu topraklardaki zengin tarihi farkına varıyor ve tarihi köklerimizin izini sürüyor. Ve bu Hititler’e bağlanıyor.
Atatürk’ün çalışması çok önemli çünkü köklerimizin Anadolu’da bir medeniyete dayandığını ortaya koyuyor. Orta Asya’dan geldik ondan önce yok muyduk yani, yok böyle bir şey.
Pek çok medeniyet gelmiş geçmiş ama halk hep orada. Yani fetihlerle askerler akınlar halinde geliyor ama halkın büyük bölümü orada. Şimdi 2 bin yıl önceye tarihli bir mezar bulsak, DNA testi yapabileceğimiz bir doku bulsak akrabalık çıkar yani. Oradaki köylü çıkar yani!
Biz bu tarihe, kültüre sahip çıkarsak ne Türklüğümüze halel gelir ne dinimize. Ben bu kitapları bu nedenle yazıyorum. Bunu bir turizm olayı olarak görmüyorum, bunu bir kimlik olarak görüyorum. Yani eğer biz tarihimizin farkına varmazsak kimliğimizin farkına varamayız.
Bunu Huzur’da Ahmet Hamdi Tanpınar anlattı ve anlattığı şey Osmanlı, Batı ve Doğu arasındaki çatışmaydı. Ama işin kökleri çok daha eskilere 3 bin yıl önceye uzanıyor. Art arda gelmiş sayısız uygarlıklar var yani neyle sınırlıyoruz kendimizi? Bundan daha ahmakça bir şey olamaz açık konuşmak gerekirse.
ÇİFT ZAMANLI, ÇİFT DİLLİ KULLAR VE TANRILAR!
- Kayıp Tanrılar Ülkesi, Berlin’de başlıyor ve Berlin-Bergama arasında çift zamanlı olarak akıyor, romanın bir kısmı 2500 yıl önceki Bergama’da geçiyor. Derken günümüz ve mitoloji birbirlerine adeta bir DNA sarmalı gibi dolanıyor. Bir ayağımız yerde bir ayağımız Olimpos’ta iki boyutlu bir dünyanın içine giriyoruz. Hiç okumamış gibi sorarsam, konuyu biraz açar mısın?
Çok güzel dedin, DNA sarmalı gibi iç içe, bir bütün. Romanda geçmiş-günümüz hattında ilerlerken; bir yandan bir cinayet soruşturmasına dahil oluyor, kendini tanrı sanan bir katilin ritüelistik cinayetlerin peşine düşüyor, ruhunun derinliklerine iniyor, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’daki değişimi, Türklerin Almanya’ya göçünün 60. Yılında yaşadıkları değişimi, dönüşümü gözlemliyoruz.
Bir yandan da tanrılarla devler savaşıyor, mitolojideki 12 tanrının, o karmaşık ailenin çıkmazlarına, güç mücadelesine Zeus’un dilinden tanık oluyoruz.
Roman Berlin’de Neukölnn denen, yabancı düşmanlığının olduğu bir yerde -ki Berlin’de genellikle yoktur- bir cinayetle başlıyor. Öldürülen kişi Bergama’dan Berlin’e ilk giden ailelerden birinin çocuğu, Cemal Ölmez.
Cinayet mahallinde duvarda büyük bir Zeus resmi var ve ceset onun önünde bulunuyor. Kurbanın kalbi çıkarılmış adeta Zeus’a bir adak gibi sunulmuş halde.
Cinayeti soruşturan da bir Türk, Berlin’de doğmuş Başkomiser Yıldız Karasu. Yardımcısı Tobias Becker. Bir yandan bu cinayetler devam edecek ve biz bu cinayetleri sorgulayacağız. Sorgularken de Almanya’daki yaşam, Berlin’deki kültür ve Almanya’daki yabancı düşmanlığı, yükselen Nazizmle karşılaşacağız.
- O Nazizmin daha sonra Bergama’ya ucu da dayanıyor?
Dayanıyor bir bağlantı noktası olarak. Bunu pek çok kimse bilmez. Birebir Pergamon’dan örnek alınan Zeppelin diye bir stadyum var, Hitler’in mimarı Albert Speer bizzat örnek alarak yaptığını söylemiştir.
Bir yandan bunlarla ilerliyoruz, merak duygusunu roman biçeminde yine diri tutarak. Bir yandan da Berlin’de bir Türk ailesinin çatışmasını okuyoruz. Çünkü çocukları Cemal eşcinsel. Aile onu kabul etmemiş, böyle bir çatışma var.
Aynı zamanda orada Başkomiser Yıldız Karasu’nun Alman toplumuyla çatışması, dışlanması çocuğuna Deniz ismini koymasına kadar Almanya’da yükselen yabancı düşmanlığını anlatıyoruz. Ve elbette diğer yandan da Zeus’in ağzından bir mitoloji tarihi anlatıyoruz.
- Evet, roman kahramanlarından biri kitaptan alıntıyla “cümle mahlukatın babası”, gökyüzünü ve yeryüzünü devlerin tahakkümünden kurtaran, babalık yapmasını bilmeyen babası Kronos’u Tartaros’a sürgüne gönderen ve devleri yenen Yazarın diline epik sekanslarla katılıyor Zeus, okuyucuya epik destanların diliyle sesleniyor. Zeus! Bu noktada romanın iki dilli gelişen biçemini anlatır mısın?
İki dili yapıda o dönemden bir dil yaratmam gerekiyordu. Tekrar Homeros, İlyada ve Odisseus’u okudum. Hesiedos’un Theogoni isimli bir kitabı vardır, onu okudum. Homeros ve Hesiedos’un metinleri kurucu metinlerdir. Bu iki metinden yoğun olarak yararlandım. O dönem şiirlerini okudum. Destanlar, dualar… Onlardan yola çıkarak bu dili oluşturdum.
Bir romancı tarihe bütünüyle sadık kalmak zorunda mıdır? Hayır! Fakat ben mümkün olduğunca sadık kalmaya çalışıyorum. Meselâ Zeus bölümü antik Yunan mitolojisinin özüdür, abc’sidir diyebilirim. Onun için bu romanı okuyan insanlar bundan sonra oturup Homeros’u tekrar okusunlar isterim. Hesiedos’u okusunlar isterim.
- O metinlere yoğunlaştığında neler hissettin?
Müthiş bir şey, bir kere doğaya daha yakın oluyorsunuz. İnsanın daha yalın haline ulaşıyorsunuz. Bütün o kabuklar o modernizmin kabuklarının hiçbiri yok, orada artık temel erdemler, temel erdemsizlikler, temel duygular; kahramanlık, korkaklık, yalancılık, sahtekarlık, ikiyüzlülük, adalet duygusu, çapkınlık işte Zeus’un yaptığı her şey, bayağılık, yücelik, fedakârlık, bencillik kristalize biçimde yüze çıkıyor. Zeus da bu terimleri kullanarak konuşuyor, sesleniyor okuyucuya. Otoriter bir baba gibi konuşuyor bizimle acımasız, korkutucu tanrı Zeus.
- Derken diğer tanrılar da devreye giriyor. Hani akıllısı, delisi, cömerti, cimrisi, yüce gönüllüsü, zalimiyle…
Çok karışık, sorunlu bir tanrı aile kesinlikle.
BABA-OĞUL ÇATIŞMASI
- Romanın temel konularından biri de baba-oğul çatışması, babaya duyulan öfke. Romanda bu duygu, hem günümüzdeki hikâyenin ekseninde hem de Zeus’un mitolojik ekseninde yaşanan bir ortaklık olarak karşımıza çıkıyor.
Evet, özellikle Zeus’un babası Kronos ile Kronos’un da kendi babası Uranus ile ilişkisi… Bu, Batı mitolojisinde bizden farklı olarak çok önemli bir nokta: Babayı öldürmek! Çünkü Uranos ilk erkek, ilk baba ve oğlu Kronos onu öldürmese de erkini elinden alıyor. Kronos’u da oğlu Zeus ,Tartaros’a sürerek etkisiz hale getiriyor. Babayı inkâr etmeden, babayı reddetmeden büyüyemezsin anlamı tam olarak o aslında.
Bizde ise öyle değil, bizde ise babam sağ olsun anlayışı hüküm sürüyor. Babanı gölgesinde büyüyor. O nedenle Türkiye’de insanları yurttaş ya da birey olamamasının nedeni duygusal ve kültürel olarak bir anlamda babaya bağımlılıktır.
- Mitolojiyi çok iyi araştırmış bir katili var romanın.
İlk roman Cervantes’in Don Kişot’unda bir deliyle karşılaşırız. Aklını niye yitiriyor? Çünkü dünya inanılmaz acımasız, soyluluğunu yitirmiş, adalet ortadan kalkmış, riyakarlık her yeri kaplamış ezilenler, güçlüler zalim derken böyle bir dünyada Don Kişot aklını kaçırmış bir şövalye olarak karşımıza çıkar.
Romanımdaki katil de insanlığa tüm inancını yitirmiş, aklını kaçırmış ama kendini bir tanrı olarak görmeye başlamış bir adam.
- Kayıp Tanrılar Ülkesi’nin bu noktada günümüze yönelttiği eleştirileri açar mısın?
Romanım özellikle günümüz Batı’sına, Avrupa’sına bir eleştiri. İzledikleri savaş politikalarına, sömürü politikalarına, uygarlık ve demokratik ihlaller konusundaki ikiyüzlülüklerine, riyakârlıklarına, çıkarları uğruna tüm bunlara gözlerini yumup herkesle masaya oturup anlaşmalar yapabilmelerine bir eleştiri.
- Kayıp Tanrılar Ülkesi’nde bunu Türk kökenli işçiler ve Türk kökenli Başkomiser Yıldız Karasu üzerinden anlatıyorsun.
Evet, politik göçmen bir ailenin çocuğu olan ve Berlin’de doğup büyümüş Yıldız Karasu da ötekileştirilmeyi derinden hissetmiş bir karakter.
Mimar bir arkadaşımın şu söyledikleri anlattıkları bu duruma sadece bir örnektir meselâ: “Almanya’da doğdum, büyüdüm ama bir işe başvurduğumda Alman varsa onu tercih ediyorlar”.
Irkçılık yükseliyor ama bir yandan da Yeşiller birinci parti hani böylesi umut veren karşı gelişmeler de var. Çok güçlü bir demokratik bir toplum var orada.
20. yüzyılın başında devrimci ülkelerin başında geliyor Almanya. İşçi sınıfı hareketi çok güçleniyor ve orada bir devrim bekleniyor. Hatta Lenin diyor ki “Biz devrim yaptık ama bizde devrimin altyapısı yok. Almanya yaparsa bizdeki devrimci güçlerin hepsi birleştiğinde şahane bir dünya sosyalizmi kuracağız”. Bu kadar güçlü.
Fakat sonra ne yazık ki sol hareket yeniliyor ve yerine Hitler güçlenmeye başlıyor malum. Aslında Almanlar sosyalizme en yakın halk olabilirdi çünkü son derece mantıklı düşünen, felsefeyi çok geliştirmiş bir halk.
Bugün ise şunu görüyorum evet ırkçılık yükseliyor ama demokratik kamuoyu da çok güçlü ve o demokratik kamuoyu bugünkü Almanya’yı ayakta tutuyor, Neo Nazi ve yabancı düşmanlığına karşı da kalkan oluyor.
- Romanında günümüz, yakın ve uzak tarih ile iç içe gelişirken, tüm bağlantılar sonunda insanoğlu felsefi bir boyutta çözümleniyor.
Doğru ki 2500 yıl önceki Zeus metninde de günümüzdeki metinlerde de anlattığımız aslında tam da budur! İnsan nedir, niye öldürür, neyin peşindedir, niye küçümser, niye ırkçı olur, niye bir ideolojinin peşinde öteki insanları yok etmeye başlar bütün bunların anlatıldığı bir roman Kayıp Tanrılar Ülkesi.
İnsan değişmiyor temelde, değişen teknoloji yoksa insan doğası aynı. Sonuçta kahraman kahraman, korkak korkak, hain hain, saldırgan saldırgan, erdem erdem… Bu değişmiyor.
- Ve uzay devletlerine ilerlenen günümüzde de insanların mitolojiye daha da ilgili olmasının bir nedeni de bu mu sence?
Kesinlikle, hep de böyle olacaktır. İnsan kendini arıyor. O arayışın peşindeyiz. Biz kimiz, temel özelliklerimiz neler, bu değişir mi diye bir sorgulama hep var. Romanında esas meselesi insan, birey, psikoloji, onun ortaya çıkması. Bunu anlattığı için tabii dönüp tarihe de bakıyoruz.
Don Kişot kendini şövalye sanıyordu, benim kahramanım da kendisini tanrı sanıyor. Çünkü toplumlar yabancılaştı, doğadan koptuk, birbirimizden koptuk, şu günlerde hele ki. Bu aynı zamanda bir çağ eleştirisi. Yaşama sevincimiz kalmadı.
Şu anda Türkiye’ye baktığımızda Sedat Peker çıkıyor toplumun şakır şakır eleştirisini yapıyor. Bütün pislikleri ortaya döktü adam. Ve kimse çıkıp da reddedemiyor ve soruşturamıyorlar da. İnanılmaz!
- Devlet tarafından kullanılmış ve kendi çıkarı için devlete çalışmış bir karaktere yeniden yer vermeyi düşünüyor musun?
Kukla romanımda Susurluk’u yazmıştım. Orada Doğan diye bir karakterim var, devlet tarafından kullanılmış, kirli işlere karışmış. Neden olmasın. Ama başlı başına Sedat Peker konusu ise yazılmayı hak eden bir konu.
Çok güzel bir polisiye roman olur. Yani bu konu bir, 15 Temmuz iki. Belki yazarım, bekliyorum. Gerçekleri daha net bir şekilde görelim de önce.
- Seçtiğin konular, güçlendirdiğin temalar, merkeze aldığın çok katmanlı iç içe sorunlar, gerçekler bağlamında yazar olarak da misyonunu da ortaya koyuyor aslında...
Kesinlikle, tarihle el ele yazmayı kesinlikle sürdüreceğim. Günümüze eleştirilerde bulunan, sorunlarını irdeleyen, kültürel, sosyal, tarihi bilinç ve bellek sorunlarımıza dikkat çeken romanlar yazmaya devam edeceğim.
- Başkomiser Nevzat, Komiser Ali’den ne haber?
Türkiye’de bir soruşturma varsa Başkomiser Nevzat’sız olmaz tabii. Bu konuda romanda bir sürprizimiz var demekle yetineyim.
‘BÜYÜKLER İÇİN BİR MASAL YAZIYORUM’
- Uzak, yakın tarihin felsefe ve polisiyeyle buluşması bundan sonraki yapıtında nasıl devam edecek?
Şöyle, şu anda büyükler için bir masal kitabı yazıyorum kadına şiddet ve cinayetler gerçeğinden yola çıkarak. Türkiye’de erkeğin sevmeyi bilmediğini düşünüyorum. Sevmeyi bilmiyorlar, sevdiklerini sanıyorlar. İnsanların birey olamaması, yurttaş olamaması, ataerkil yapının ailede devam etmesi… Kadınlar son dönemde özgürleşiyor ve artık diyorlar ki ben çalışıyorum ve sen kötüsün ve ben seni çekmek zorunda değilim. Bunun üzerine kadınların öldürmeye başlıyor erkekler. Maalesef pek çok yazarımız da bunu kullanıyor yapıtlarında işte “Niye öldürdün” diye sorduruyor kahramanına, “Çok seviyordum” diye yanıt verdiriyor. Böyle bir saçmalık olabilir mi? İnsan sevdiğini öldürür mü? Şarkılarda var hele ki arabesk şarkıların pek çoğunda ne yazık ki sevgi ölümle, işkenceyle, acı çektirmeyle özdeşleştiriliyor. Hayır, sevgi, aşk bu değil. Evet, aşkın mazoşist tarafı var, acı tarafı var ama bu öldürmeye varamaz, varırsa bu aşk değil. Bunun barbarlık ve cahillikle ilgisi var. Seven insan öldürmez, kendisi acı çeker ama karşısındakine acı çektirmez. “Çok seviyorduml onun için öldürdüm”, “Saçlarından tuttum getirdim” böyle bir şey olamaz. Biz sevdiğimiz insanı göklere çıkarırız, ona işkence etmeyiz. Acı çektirenler çok seven insanlar değildir, sevmeyi bilmeyen insanlardır. Masal da bunu anlatıyor. Mitolojik bir hikâye ve tam fantastik bir hikâye. Bu romanımda çok fazla tanrı yok kahinler var. Uygarlıklar ve fantazya var. Yedi ülke var, o yedi ülkenin ve yedi veliahtın hikâyesi.
- Son olarak insanlığa Zeus’un o epik diliyle seslenirsen neler söylersin?
Şöyle derim: Ey insanlar, artık zulmetmekten, adaletsiz davranmaktan, bencillikten, yalandan, talandan, sahtekarlıktan, doğaya, hemcinslerinize ve öteki canlılara kötü davranmaktan vazgeçin! Böyle yapmaya devam ederseniz kendinizi yok edeceksiniz. Artık akıllanın be ahmaklar!
Kayıp Tanrılar Ülkesi / Ahmet Ümit / Yapı Kredi Yayınları / 504 s. / 2021.