Bu şehir sonunda hepimizi yutacak
"İstanbul'da ekolojik eşikleri aştınız, nüfus eşiklerini aştınız, ekonomik eşikleri aştınız. Peki, nereye gidecek bunun sonu?" Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir filmi işte bu soruya yanıt arıyor. Yakında hepimizi yutacak olan İstanbul'la ilgili izleyeni de ciddi bir sorgulamaya davet ediyor. Sizce de geç olmadan harekete geçmenin zamanı gelmedi mi?
cumhuriyet.com.trEkümenopolis: Ucu Olmayan Şehir, uzun zamandır üniversitelerde gösteriliyor. Aynı zamanda vizyona da girdi ve oldukça izlendi. Şimdi tekrar vizyonda, Beyoğlu Majestik Sineması'nda gösteriliyor. Belgesele bu ilginin önemli bir nedeni İstanbul gibi büyük bir şehrin her geçen gün içindekileri yutmaya adım adım yaklaşıyor olması. Belgesel bölümler halinde bir İstanbul gerçeğini gözler önüne seriyor. Belgeseli izledikten sonra ister istemez, hali hazırda bildiğiniz tüm sorunları gözden geçiriyor, bilmediklerinizi duydukça da şaşkınlık içinde bakıyorsunuz perdeye. “Adım adım bir şehrin sonunu hazırlayan tüm bu yaşananlar ne zaman bitecek?” sorusu yankılanıyor zihninizde. Bu şehrin mazgalları artık şehrin pisliğini yutamıyor. İnsanlara ne barınacak bir yer, ne nefes alabilecek bir yeşil alan kalıyor. Durum vahim. Biz de belgeselin yönetmeni İmre Azem'le tam da bu İstanbul gerçeğini konuşmak üzere buluşuyoruz.
İmre, şehir planlamayla ilgili bir proje yapmayı planlıyor önce. Ancak bir İstanbullu olarak da bazı şeyleri merak ediyor: “Neden bu kent devamlı bir şantiye alanı halinde?”, “Neden İstanbul'la ilgili uzun dönemli plan yapılamıyor?” Ekümenopolis işte bu fikirden ortaya çıkıyor. Hikayesi mi? İmre Azem'den dinleyelim...
Ekümenopolis terimiyle başlarsak belgeselin hikayesine, bu terim hangi tanımın karşılığı?
- Ekümenopolis, 1967 yılında Yunanlı şehir plancısı Constantinos Doxiadis tarafından ortaya atılan, günümüzün kentleşme ve nüfus artışı hızları göz ününe alındığında, gelecekte dünyadaki bütün kentleşmiş alanların ve megapollerin kuşaklar halinde birbirleriyle birleşeceği ve tek bir şehir oluşturacağı fikrini temsil eden bir terim. İstanbul’a haritada baktığınızda, artık bir şehir değil, bir bölgeden bahsettiğimizi anlıyorsunuz. İstanbul git gide çevresindeki şehirleri yutuyor.
Kentleşme, Türkiye dahil tüm dünyada hızlı bir şekilde ilerledi. Türkiye özelinde düşünürsek, bu tüm döngüye etki etti, etmeye devam ediyor. Genel anlamda kentleşme sürecini hızlandıran neydi?
- Ekümenopolis'te anlattıklarımıza bakarsanız, İstanbul nüfusunun artışını tüm bu meselenin temelini oluşturan ana olgulardan biri olarak görürsünüz. Örneğin trafik sorunu ya da betonlaşma. Yeşil alanların kaybolması, ormanların yok olması, su havzalarının tehdit edilmesi… Aslında bunlar daha derindeki bir sorundan kaynaklanan sonuçlar. Yaşadığımız ekonomik sistem bizim esas problemimiz. Filmde anlattığımız şey, diğer bütün kentlerde ortaya çıkan her sorunun İstanbul’daki dışavurumudur. Örneğin tarım ve hayvancılık politikamız İstanbul'un trafiğini, İstanbul’daki metrobüs projesinden daha çok etkiliyor. Bu politikalar yüzünden insanlar topraktan kazanamıyor. Kazanamadıklarında da o bölgelerdeki sanayiler kapanıyor.
Hal böyle olunca İstanbul gibi büyük kentlere göç zorunlu hale geliyor tabii.
- Aynen. Bu nedenle bu şehrin sorunlarına bakarken aslında bunların birer sonuç olduğunu kabul etmek gerek. Filmdeki röportajlardan birinde, ekonomist ve köşe yazarı Mustafa Sönmez, “İstanbul'un sorunları ancak Türkiye ölçeğinde çözülebilir” diyor. Bunun nedeni de tüm bu ekonomik dinamikler. Bir ülkenin dengeli gelişimi planlama açısından ele alınması gereken temel bir sorun. Türkiye’nin sanayileşme tarihinde planlı ve plansız dönemler vardır. 1950’li yıllar da plansız döneme denk geliyor. Böylece sanayi o yıllarda İstanbul’a yığılmaya başlamış. Sanayinin İstanbul’a taşınmasıyla toprak reformunun rafa kaldırılması, topraktan geçimini sağlayan köylünün İstanbul’a göç edip burada kurulan sanayinin iş gücü olmasına neden oldu. Bu dönem hem Anadolu ve İstanbul arasındaki dengesizliğin başlangıcı hem de İstanbul’un nüfus olarak tüm eşikleri aşmaya başladığı ve yoğun nüfusun İstanbul’da biriktiği bir dönemdir.
Bu değişim beraberinde neleri getirdi peki? Çarpık kentleşmenin görünmeyen ve hızla pek çok şeyin kuyusunu kazan etkileri neler?
- Bu değişim beraberinde hem ekonomik, hem ekolojik, hem de sosyal sorunlar getiriyor. Zaten bozuk olan gelir dağılımı daha da bozuluyor, yoksul daha da yoksullaşıyor. Gecekondu sahibi evsizleşiyor. Asgari ücret yerinde sayarken, yoksulların barınma maliyetleri üçe beşe katlanıyor. Su havzaları ve ormanlar başta olmak üzere kentin yaşam kaynakları yok oluyor, havası bile solunamaz hale geliyor. Bunlar beraberinde bir sürü sağlık problemini tetikliyor. Sağlık sistemindeki adaletsizlik de sıkıntıları arttırıyor.
Sınıfsal ayrıştırmalar da cabası.
- Evet, bu ortamda bir de halkı mekansal olarak ayırıyorsunuz TOKİ modeli kentleşme ile. Zengini güvenlikli sitelere, yoksulu da kentin çeperlerindeki toplu konutlara hapsedip, bunların kaynaştığı kamusal alanları da yok edip tamamen ayrışmış bir kent yaratmış oluyorsunuz. Ona da kent denebilirse tabii.
Diğer yandan tarihi yapılar da yok ediliyor?
- Tarihi binalar yıkılıyor, yerlerine taklitlerini inşa ediyoruz. Bir kent kimliğinden kopartılırsa, o kentin yaşaması mümkün olmaz. Bu çok çok önemli bir konu. Mesela Sulukule yıkıldıktan sonra oradan Bizans dönemine ait kalıntılar, binlerce yıllık mezarlar ortaya çıktı. Ama rant hırsı bütün bunların üstünü yasalara aykırı olarak betonla örttü. Yargının da burada sermayedarlar için ve onun işbirlikçisi yerel yönetimler için bir anlam ifade etmediğini görmüş oluyoruz. Ülkemizin geldiği nokta açısından çok üzücü bir durum. Filmde de söylediğimiz gibi, bu sürdürülemez bir model. Bu modeli yaratan anlayışa dur demezsek yarattığımız bu kentler hepimizi yutacak.
İstanbul'un “megakondu” olmaktan çıkması için nasıl bir politikaya ihtiyacı var?
- Asıl sorun, gelişmişlik anlayışındaki çarpıklık. Filmde görüşlerine başvurduğumuz sosyolog Şükrü Aslan’ın dediği gibi, bir toplumun gelir düzeyinin artması evet önemlidir, ama o gelirin toplumda eşit paylaşılması ondan daha da önemlidir. Bir toplumun gelişmişlik düzeyi birincisi ile değil ikincisiyle ölçülür. Biz yaptığımız yol miktarı, konut sayısı, her gün trafiğe çıkan araç sayısındaki artış ile ölçüyoruz gelişmişliği. Burada temel bir sorun var. İkincisi ise demokrasiye olan yaklaşımımız. Örnekse, eğer siz bir oylama yapsanız, ve halkın yüzde 99'u benim evimi yıkmak istese, bizim demokrasi anlayışımızda o ev yıkılır. Ama hak temelli bir demokraside, çoğunluk ne derse desin, o ev benim barınma hakkım, insan hakkımsa yıkılamaz. Asıl problemi buralarda aramalıyız ve bu haklarımızı talep etmeliyiz. İhtiyacımız olan yeni politikalar değil, yeni ve çağdaş bir gelişmişlik ve demokrasi anlayışıdır.
Bu anlamda izleyiciye nasıl bir sorgulama yapmak gerektiğini hatırlatıyorsunuz?
- Filmi yapmaktaki amacımız, hepimizi yakından ilgilendiren, çocuklarımızın geleceğini tehdit eden bu kentleşme meselesi üzerine bir tartışma başlatmak. İstedik ki bu tartışmalar akademik çevrelerle sınırlı kalmasın, konuşulsun tartışılsın. Film aslında 90 dakikadan sonra başlıyor, insanlar filmden çıktıktan sonra film onların hayatına giriyor. Bilinçli olmak şart!
Şehir kendini yok ediyor
İmre Azem anlatıyor: “İstanbul’un coğrafyası ancak 5 milyon nüfusu kaldırabilirken, bu kent şu an 16-17 milyona dayanmış durumda. Kendi kendini yok eden bir organizmaya dönüşmüş. Nüfus ve yatırımlar bu kente akmaya devam ettiği sürece bu süreç hızlanarak devam edecek. Bir balon düşünün, devamlı şişirilen. Bu balon gerilip gerilip limitine ulaştığında, yavaş yavaş sönmeyecek, birden patlayacak. Kent de aynı şekilde. Bunun için de en başta ülke çapında bir planlama anlayışına geçmemiz, neoliberal ekonomik modelin bize dayattığı rekabet eden bölgeler, esnek asgari ücret gibi politikalardan vazgeçmemiz, alternatif çekim alanları yaratmamız, toprak reformu ile köylülerin tarımdan hayatlarını kazanabilmelerini sağlamamız, ve en önemlisi gitgide ilkelleşen demokrasi anlayışımızı çağdaş bir zemine oturtmamız lazım. Bu insan odaklı olmayan, projeci, sermaye taraftarı yaklaşımın ürettiği her çözüm bizi bataklığın daha derinine saplayacak. Hepimiz aynı gemideyiz. Batarsak beraber batacağız. Bu yanlışlardan bir an önce dönülmesi çağdaş demokrasiyi özümsemiş, bilimsel, eşitlikçi ve katılımcı bir sistem kurmamız lazım.”
Yaşam alanlarımız talana açılıyor
İmre Azem bir diğer önemli konuya da değiniyor: “Kentsel Dönüşüm Yasası” Bu yasayı, yaşam alanlarımızı talana açan en büyük felaket olarak tanımlıyor. “Bu yasa, afetlere tehlike altında olan ve denetimsiz yapılaşmayı engelleyecek bir düzenleme olmaktan uzak. Kentsel dönüşümü halka kabul ettiremedikleri için, “afet ve deprem riski” adı altında meşrulaştırılarak, son derece anti-demokratik, merkeziyetçi, bilimsel temelden yoksun, Anayasa ve uluslararası sözleşmelere açıkça aykırı bir yasa ile uygulamaya koymaya çalışıyorlar.” Tabii burada sorgulanması gereken bir nokta var. Bir yandan deprem riski taşıyor gerekçesiyle tek katlı, güvenli gecekonduları yıkıyor, o insanları da zemini yapılaşmaya uygun olmayan, 15 katlı TOKİ binalarına taşıyorsunuz. İmre, “Bu bir cinayettir” diyor ve ekliyor: “Deprem vergisi diye toplanan milyarlarca lirayla duble yollar yapıldığı açıklanmadı mı? Bu örnekler bu yasayı çıkartanların samimi olmadıklarını gösteriyor. Burada amaç kentsel dönüşümü hızlandırmak suretiyle inşaat sektörünü palazlandırmak; yasalarla buna karşı çıkılmasını engellemek; sonuç olarak da yoksulları kentin dışına atıp, değerlenen arazileri zenginlere pazarlamak. Yaşam alanlarımıza karşı bir saldırı niteliği taşıyan bu yasaya karşı toplumu bilinçlendirmek ve bu rant hırsına karşı birarada mücadele etmemiz gerek!”