Bu intihar değil, cinayettir

Mevlüt Can, oğlu Yaser Onur'un ardından eşi Hatice'yi de kaybetti. İkisinin ölümü resmi kayıtlara intihar diye geçse de onları camın kenarından aşağıya iten aslında sistemin eli, biliyoruz.

Esra Açıkgöz / Cumhuriyet

Yaser Onur Can’ı çoğumuz, annesi Hatice ve babası Mevlüt Can’ın adalet çığlıklarıyla duyduk. 23 Haziran 2010’da, 28 yaşında hayatına son vermişti Onur. Bilgiler ortaya çıktıkça intihar değil, bir cinayet olduğunu gördük. Ölümünden 22 gün önce gözaltına alınmış, işkenceye uğramış, cinsel tacize maruz kalmıştı. Üstelik üçüncü kez ifadeye gitmesi isteniyordu... Dört yıl boyunca oğulları için yoğun bir adalet mücaledesi verdi Can ailesi. Geçen hafta, 2 Mart’ta yoruldu artık Hatice Can... Onun ölümü de resmi kayıtlara intihar diye geçse de, insanların akıllarında, bir cinayet olarak yerini alacak. Söz, eşi Mevlüt Can’da...

- Can’sız dördüncü yıl bu. Nasıl geçti yıllar sizin için?

- Oğlumuzun o güzel bedenini morgda bize gösterdikleri, açık olan o güzelim maviş gözlerini ellerimle kapattığım andan bu yana evlat acısı içimizi yakıyor, yüreğimizi kanatıyor. Oğlumuzu hastalıktan, ölümlü bir kaygada, trafik kazasında ya da gerçekten bir intihar vakasında yitirsek belki yalnızca iç yangınımızla baş başa kalacak, kaderimize razı olacaktık.

Ancak vergimizle beslenen, sözde güvenliğimizi sağlamak için devlet gücü kullanan, dokuz polis doğrudan; 5-6 amir, müdür dolaylı olarak onun katline neden oldu. Hukuk ve adalet arayışımızda, oğlumuzu katledenlerle, onları kollayan yetkililerin yalanlarına, sahtekârlıklarına, tuzaklarına maruz kalmamız, delil ve bilgilerin karartılması, saklanması bizi isyan ettiriyordu. Engellemeleri aşarak; avukatlarımız ve bizim insanüstü çabalarımızla ulaştığımız bilgi, belge ve delillere karşın hukuk makamlarının hukuksuz uygulamaları sonucunda, AİHM’nin, Anayasa Mahkemesi’nin kapılarında adalet aramak zorunda bırakılmamız, yangınımızı, kanamamızı, öfkemizi katmerleştiriyor.

- Nasıl gelindi bu sürece?

- Oğlumuz doğum gününden tam bir gün önce, 2 Haziran 2010’da, telefonunu arkadaşından aldığı bir torbacıyla yaptığı telefon görüşmesi takibe takılınca Komiser Hakan Aydın, iki polis memuru Onur Ülker ve Muhammed Ongun’dan oluşan bir ekip tarafından suçüstü yakalanıyor ve Narkotik Şube Müdürlüğü’nde işkence, cinsel saldırı, kötü muamele ve daha birçok hukuksuzluklara maruz bırakılıyor. İşkenceyi yapan 1. ekibin görevlendirdiği Ekip Amiri Soner Gündoğdu ve 2 polis memuru Salih Bahar ve Yunus Başay’dan oluşan ekip, oğlumuzu tehditle tekrar Emniyet’e çağırıp, işkenceyi gizlemek için yakalamayı kendilerinin yaptıklarına ilişkin sahte belge ve tutanakları zorla imzalattırıyor.

Yine 1. ekibin görevlendirdiği Ekip Amiri Şükrü Velioğlu, 2 polis memuru Ramazan Şen ve Emre Tuncel’den oluşan diğer bir ekipse oğlumuzu katledene kadar, 21 gün aralıksız, hukuk dışı fiziki takip altında tutuyor, taciz ve tehdit ediyor, muhbirlik yapmasını istiyor, kısaca işkenceyi sürdürüyor. 8 gram esrarla yakalanan oğlumuz en fazla denetimli serbestlikle cezalandırılabilecekken, arkadaşlarının isimlerini itiraf ettirmek için, “bulundurmak, temin etmekten” 5-15 yıl hapisle cezalandırılacağı, hapislerde çürütüleceği tehdidini yapıyorlar. Tüm kayıtlar sadece polis kayıtları, bu uygulamalarla ilgili hiçbir cumhuriyet savcısına haber verilmiyor ve gizleniyor.

3. kez ifadeye çağrıldığını avukatından öğrenen oğlumuz; polisin eline bir kez daha düşüp aynı insanlık dışı saldırıya uğramamak için 4. kattaki odasından atladı...

- Dört yıldır yoğun bir hukuk mücadelesi veriyorsunuz. Bu süreçte en çok ne yordu sizi?

- Biz sistemin, güvenlik güçlerinin yurttaşların huzur ve güvenliğini sağlamak yerine, yurttaşına işkence yapan, sakat bırakan, hatta öldüren faşist niteliklerini 12 Mart’tan biliyoruz.

12 Eylül faşizmini bizzat yaşamış 78 kuşağındanız. Uzun yıllardır ülkemizi yöneten hükümet, yetkili ağızlarından söylenen “İşkenceye sıfır tolerans”ın kocaman bir yalan olduğunu, bize çok büyük bir bedel ödeterek, oğlumuzu katlederek öğretti. Onu geri getiremezdik ancak hakkını arayabilir, zulmün hesabını sorabilir, buna neden olanların en azından mevcut yasalarca cezalandırılmalarını sağlayabilirdik.

Bu konuda umutlu olmak istiyorduk. Ancak işlenebilecek en büyük insan hakkı ihlali yaşam hakkı ihlaline neden olan işkenceyi yapan polisler, amirleri ve müdürlerinin hangi cesaretle, kime güvenerek, nasıl yaptıklarını; ilgili mevzuatlarda bu suçların işlenebilmesi için nasıl bazı boşlukların bırakıldığını, etkin ve eksiksiz soruşturulması gereken işkence suçuyla ilgili bilgi, belge ve delillerin nasıl saklandığını, yok edildiğini; soruşturmaların nasıl takipsizlikle sonuçlandığını, yaşamlarında ilk kez hukuka başvuran anne, baba ve kız kardeş olarak sürdürdüğümüz hukuk mücadelesinde öğrendikçe umudumuz kırıldı.

- Hatice Can’ı da ölüme götüren bu hayal kırıklıkları oldu. Onunki bir cinayet aslında...

- Hatice uzun yıllar şimdiki Aile Bakanlığı, eski Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü’nde çalıştı. Ekonomistti. AB projelerinde eş danışmanlık yaptı. Birçok kadın hakkının yasalaşmasında önemli rol oynadı ve kadın hakları mücadelesinde hep ön saflardaydı. Sırf sosyalist görüşleri, Sağlık Emekçileri Sendikası üyesi olmayı cesaretle sürdürebilen iki- üç kişiden biri olması nedeniyle, mobbinge uğradığından kadın hakları uzmanı olmuşken, emekli oldu...

3.5 yıl, usanmadan bazen o beni, bazen ben onu umutlandırmaya çalıştık. Cumhuriyet savcılarının ulaşması gereken yeni delillere, bunca acıya rağmen, omuz omuza, gecemizi gündüzümüze katarak biz ulaşıyor, bunları hukuka teslim ettiğimizde umutlarımız artıyor, vicdanları bir yana, somut gerçeklere göre suçluların cezalandırılabileceğini düşünüyorduk ama bu söyleşi, muhatabımız suç işleyen güvenlik görevlileri bir yana, savcı ve yargıçların dahi bir zerre vicdanları olsa, bir nebze de olsa adalet görseydik Hatice’nin yaşama umudunun hâlâ süreceğini göstermiyor mu? Bu bize ödetilen ikinci cinayettir.

Hayata aşkla bağlı, yaşayacak ve yaşatacak onca güzelliği, onca sevgiyi yüreklerinde taşıyan canlarımızı ölüme sürükleyecek kadar canice bir adaletsizlik ve zulümdür karşılaştığımız ve hâlâ karşılaşmakta olduğumuz.

Oğlumuzu katledenler Hatice’yi de katletmişlerdir.

- Bu ülkeden adalet beklentiniz var mı hâlâ?

- Anayasa Mahkemesi ve AİHM’e başvurduk... Hâlâ cesur, namuslu, vicdanlı savcılar ve yargıçlar varsa; bu insanlık dışı uygulamalar ve hukuk cinayetleri görülür, AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararları beklenmeksizin, her iki takipsizlik kararı kaldırılarak katiller yargılanır. Yoksa, batsın bu hukuk sisteminiz, işkencecilerinizi koruyup, kollamaya devam ediniz!

 

Davadan birkaç örnek

- Oğlumuz gibi dinlemeye takılan ve haklarında polis fezlekeleri düzenlenen diğer 14 “içici/ kullanıcı”nın hiçbiri şubeye tekrar çağrılmıyor.

- İfadesi alınırken avukat bulundurulmuyor.

- ODTÜ mezunu, olağanüstü zeki, ancak hayatında ilk kez polisle temas eden mimar, ressam, müzisyen, sporcu oğlumuz; sözde kendileri teklif etmelerine rağmen; ifadesinden, diğer belgelerden birer suret almayı istemiyor!

- Doktora, işkenceyi yapanlarca götürülüyor. Doktor muayeneyi bu polisler odasındayken yapıyor. Rapor en basit bilgileri bile içermiyor, psikolojik vb. muayeneler yapılmadan “darp yoktur” şeklinde düzenleniyor.

- Çıkışta doktor raporu alındıktan sonra serbest bırakılmalıyken bilinmeyen bir yerde 1.5 saat daha tutuluyor ve işkence devam ediyor.

- “İşkence ve cinsel saldırı” için açılan soruşturmada son savcı Muammer Akkaş (?) bütün polisler hakkında takipsizlik kararı verdi, oysa ilk savcı Narkotik Büro’yu mahkeme kararıyla basınca, kayıtlardan 5 polisin “resmi belgede sahtecilik” yaptıkları bilirkişi raporuyla onaylandı.

Ama maalesef aynı savcı kamera kayıtlarını yazıyla talep etti ve oğlumuza zorla sahte tutanakların imzalattırıldığı kafeteryadaki kamera görüntüsünün olmadığı bildiriliyor.

- Sekiz polisin sahte resmi belgeleri imzaladıkları dosyada açıkça sabit olmasına rağmen sadece ikisi hakkında iddianame düzenlendi. Diğer 11 polis için davanın genişletilmesi talebimiz dahi kabul edilmedi, her türlü itirazımız reddedildi. 2 polis memuru Soner Gündoğdu ile Salih Bahar’a en alt sınırdan ceza verilirken, iyi halden de yararlandırılarak ikişer buçuk yıl hapisle devlet memurluğundan men cezası verildi.

- Çok daha hafif suçlardan birçok polis Yargıtay kararları beklenmeden “meslekten men”le cezalandırıldıklarına ilişkin emsal kararlar olduğu halde resmi belgede sahtecilik gibi yüz kızartıcı suçu işlediği kesinleşen bu 2 polis hâlâ görevde ve “meslekten men” edilmeleri ile ilgili muhtelif tarihlerdeki taleplerimiz hep “Yargıtay kararını beklemeyi tercih ediyoruz” denilerek reddediliyor.