Bozkırın doğasının hüzünlü şiiri

Eşref Üren, İç Anadolu bozkırını günbatımı saatlerinde sarmalayan o güneşin şiirselliğini sanat yaşamı boyunca çok güzel işlemişti.

Erhan Karaesmen/Cumhuriyet

Eşref Üren (1897-1984) kendi kuşağının önde gelen bir ressamı, bilge kişiliğe sahip bir aydınıydı. Döneminde çok sevilen ve sayılan bu değerli ressamın ölümünden yaklaşık 30 yıl sonra, hem de adının daha az anılır olduğu bir dönemde kapsamlı bir sergiyle hatırlanması saygılı bir davranış oluyor.

Üstün sanatçılığı ve saygı gören eğiticiliğinin bir özeti olarak kısaca “Eşref Hoca” olarak anılmış olduğu hatırlanmaktadır. Sanatsal bazı irdelemelere girişmeden önce, büyük ve aydın eğitici Eşref Hoca’dan kısaca söz etmekte yarar bulunuyor.

Kendisini yakından tanımış imtiyazlı sanatseverlerden biriyim. Hocanın katıksız bir Atatürkçü ve Cumhuriyetin erdemlerine kesin inançla bağlı bir aydın insan olduğunu yakından bilenlerden biriyim. Sanayi-i Nefise çevrelerinde yeteneğini kanıtlamış bir genç ressam ve toplumsal hizmete kendini adamış bir yurtsever kişi olarak ortaya çıkışı, İstiklal Savaşı ve Atatürk Cumhuriyeti’nin yer aldığı tarihsel döneme rastlamaktadır.

Atılımcı Cumhuriyet olayının kültürel ve sanatsal alanlarda da dönüşüm arayışına yanıt verebilecek yetenekli genç sanatçıların eğitim amaçlı yurtdışına gönderildiği bir dönem yaşanmıştı. Eşref Hoca’nın Paris’te Lhote Atölyesi başta olmak üzere çeşitli çağdaş sanat çevrelerinde kendisini geliştirip yurda döndüğünde Erzurum Lisesi resim öğretmenliğine atandığı bilinmektedir. Burada çıplak modeller üzerinden resim yapılması fikrini savunma ve hatta bunu uygulamaya geçirme gayreti gösterdiğinde o dönemin yerel muhafazakâr sosyal çevresinin büyük tepkileriyle karşı karşıya kaldığı bilinmektedir.

Hoca şöyle anlatırdı: “Büyük Atatürk içerideki ve dışarıdaki karşıtlarına kafa tutarak çağdaşlaşma arayışlarının kalın hatlarını çiziyordu. Bana da evrensel sanatın ne olduğunu Anadolu çocuklarına belletme görevi verilmişti. Ben bunu Atatürk devrimlerinin bana yüklemiş olduğu çok önemli bir sorumluluk olarak algılıyor ve çıplak modelden resim yapma kavramı üzerinde ısrarla duruyordum. Çevreden eleştiriler almıştım ama ben bildiğimi okumaya devam etmiştim.”

Bir paşa oğlu olarak geçirdiği şaşaalı bir çocukluktan sonra biraz gecikmeli de olsa kendisine çizdiği sanatçılık ve sanat eğiticiliği yolunda hiç ödün vermeyecek bir kararlılığa ve azme sahipti. Alçak sesle ve az kelimeyle konuşan bu sakin ama çok kuvvetli kişiliğe sahip adamın sanat anlayışına da yukarıdaki öyküde de dile getirilen kararlılık damga vurmuştu.

Soyut resmin ve sonrasındaki yenilikçi anlayışların gündemde olduğu bir Paris’te, o, daha ziyade etkisini hâlâ sürdüren bir izlenimciliğin doğa ile haşır neşirliğini benimsemişti. Eğitici ve sanatçı olarak 40 yaşları dolaylarında yerleştiği Ankara’nın ve çevresindeki bakımsız, itelenmiş ve sahipsiz bozkır doğasına büyük sanatçılara özgü bir sezgisel tavır içinde yaklaştı. Ağaçları, yeşillikleri yaptı, çok üstün biçimde sahip olduğu desen çizme yeteneği ile şekiller ve renkler bir zevk harmonisi içinde birbirine karıştı. Özellikle açık kahverengi-kirli sarı karışımı İç Anadolu bozkırını günbatımı saatlerinde sarmalayan o güneşin şiirselliğini bütün sanat yaşamı boyunca çok güzel işledi. Bu büyük ressamı bir kez daha saygıyla anıyoruz.