'Biz'li Tarihçilik ve Osmanlı...

cumhuriyet.com.tr

“Biz”li anlatım özürlüdür “tarihçi” için, tarafgirliğin ifadesidir, sorumsuz bir kişinin sığınağıdır. Cumhuriyet’i dışlayıp Osmanlı’yı “biz” kimliğinde algılamak tarihçilik değildir. Ne var ki bu meslekte yaratılabilecek ve övünebileceğimiz “biz” okulu/ekolü çok manidar olabilir. Türk tarihçiliğinin birincil ihtiyacı budur.

Bir yandan Osmanlı tarihini geniş coğrafyasının uzak köşelerinde (Balkanlar’ın Tuna boylarında ya da Arabistan’ın çöllerinde, Afrika’da Nil’in suladığı havzalarda ya da Kırım’ın Rusya içlerine taşan kuytularında) yaşamış toplulukların kimliklerini “biz” aidiyetinde toplayacaksınız, yani tarihi padişah imparatorluğunun barutunun ateşlendiği, kadırgalarının kürek çektiği, adının hutbede okunduğu sınırlara kadar uzatıp oraları ve oradakileri “bizim yeniçeriler”in fethettiği “biz” olarak niteleyeceksiniz; diğer yandan vatan sınırları çizilmiş, 20. yüzyıl ilk çeyreğinde şekillenmiş laik Türkiye Cumhuriyeti’nin kimliği içinde barınacaksınız! Hem tarihçilik ilkelerine ters hem de Türkiye Cumhuriyeti’ni dışlayan ve doğrudan Osmanlı ile bağlantı kurmak isteyen ideolojik bir yaklaşım! Hatırlatmakta yarar var; ciddi tarihçiler bu yaklaşımı “anakronik” olarak nitelemekteler.

Tarih saygınlığını yitiriyor

Osmanlı tarihi -bilgi(!) bombardımanına tutulmasına rağmen- saygınlığını yitiriyor. Osmanlı özleminde olanlar onu bir özlem edebiyatı içine sokmaya çalışıyorlar. Oysa tarih, ölü maziye ilişkin bir tasarımdır. Bu tasarım “başka”larıyla, evrensel ölçekte, paylaşılmadığı sürece fazlaca bir değer taşımaz; sadece kendi mahzenine kapanmış özellik sayılır.

Yine aynı özlem duygularıyla yaşayanlar ve Osmanlı propagandası yapanlar bilmeliler ki Osmanlı tarihi (istenildiği kadar “biz Osmanlıların devamıyız” formatına oturtulup günümüz 100 yıl öncesinin çok ötelerine duygusal olarak, hatta abidevi eserlerle ve sanat özellikleriyle, bağlanmaya çalışılsın) tüm güzellikleriyle ya da yanlışlıklarıyla geçmişte kalmıştır, 600 küsur yıllık süreç olarak.

Şu anda yaşanılan ortam Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşturduğu ortamdır; bu cumhuriyetle gönenç duyabilirsiniz ya da uygulamalarını eleştirebilirsiniz; emperyalizme karşı yaratılan bir vatanda nice zorluklarla ulaşılan başarılarla övünebilirsiniz ya da (kurtuluş mücadelesinden sonra, insan haklarında ne denli gelişim beklenebilir sorusuna verilebilecek yanıtı göz ardı etmeden) demokratik açılımlarındaki eksiklik ve yanlışlıkları belirleyip muhalif durabilirsiniz; ancak, bulunduğunuz noktadan gerilere gidemezsiniz.

Osmanlı kaftanı giyseniz, “biz”li anlatımlarla üç kıtada nam saldığınızı düşünseniz, siyasal zorlamalara ve mahalle baskılarına maruz bırakılsanız bile. Tarihçilik devreye girer daima; geliştirilebilir ancak. Üstat tarihçi Halil İnalcık’ın Taha Akyol’a gönderdiği bir uyarı mektubunda (Milliyet, 2 Kasım 2007) çok güzel özetliyor bu mesleğin gereklerini: “Bir tarihçi sıfatıyla benim gözlemim, Batı, Türkiye’ye karşı 19. yüzyılda Osmanlı’ya uyguladığı politikayı sürdürmektedir. Cumhuriyet Türkiye’sinin Osmanlı olmadığını anlatmak bizim ödevimizdir.”

Gerçekten, bunu “bizim” profesyonel tarihçilerimizin, tarih öğretmenlerimizin ve tarihçiliğe soyunmuş gazetecilerimizin öncelikle düşünmeleri gerekmektedir. Şüphesiz, bulunduğumuz konuma nasıl gelindiğini bilmek için Türk Tarihi, Osmanlı tarihi ve İslam tarihi çok gereklidir, ama başka imparatorluk, devlet ve toplumlarının tarihi de...

Arşiv ve kitaplıklardaki tarih araştırmaları, açık alanlardaki kazılar, sualtı arkeolojileri ya da havadan alınan görüntüler yeni bilgilere ulaşmak için yapılır; tarih bu bağlamda tasarlanır, öğretilir. Bulgular sadece onları ortaya koyanların malı değildir, evrenseldir; aynen tıpta, fizikte, sosyolojide olduğu gibi.

“Biz”li cümleler ancak bu yönde düşünüldüğünde, insanlığın ortak malı olarak nitelendirildiğinde anlam kazanır herhalde; kişisel gurur, bölgesel veya kurumsal övünme ve beğenilmişlik duygusu evrensel boyutlarda paylaşılabildiği derecede tarihsel damgası yer. Günümüzde, 1480 yılına ait Osmanlı donanmasıyla Otranto (İtalya) seferine “biz” olarak çıkan bir akademisyenin televizyon konuşması, tarih disiplinini altüst etmektedir.

Tursun Bey’in Fatih Sultan Mehmed dönemine ait eseri Tarih-i Ebü’l-feth bile (sultana övgüde kusur etmeden) kendisini değil, sultanı, Gedük Ahmed Paşa’yı ve donanmanın serüvenini nakletmiştir; olayı “Binaberin ma’nâ Gedük Ahmed Pâşâ’yı sene erbâ’in ve semânîne ve semâni mi’e târihinde [1480 yılında], azîm tonanma ile Pulya cezîresine saldı. (...) kahr ile feth etti” biçiminde kaydetmiştir; kendisinden 500 yıl sonra, günümüzdeki “modern müverrihler”e ve “tarihçilik yapan gazeteciler”e yol göstermiştir adeta.

Osmanlıların Anadolu beylikleri ile yaptıkları mücadelelerde kendinizi nereye koyacaksınız (onlar Osmanlı’dan daha mı az Türk veya Müslümandı)? Türkiye Cumhuriyeti’nin (Osmanlı’dan daha az Türk ya da daha az Müslüman olmayan) tarihini yansıtırken nerede mevzi alacaksınız? Hâlâ “biz” ile Anadolu Türk beylikleri ya da Türkiye Cumhuriyeti karşısında Osmanlı olmaya devam mı edeceksiniz; yoksa tarih disiplininin gereklerini yerine getirerek kendinize iyi bir gözlemci sıfatı yükleyip bu disiplinin bilimsel özelliğine katkıda mı bulunacaksınız? Çağını yakalamış bir tarihçi mi olacaksınız? Çok iyi bilinmektedir ki, tarihçilik popülizmin at koşturduğu yerde, hükümet dalkavukluğu yapılan ortamda doğruya ulaşamaz. Gazeteciliğe soyunmanın da bir düsturu olmalı.

Nasıl bir sorumluluk!

“Tarihin ya uyuyan güzel senaryosuyla ya da sokaktaki kişiyi büyüleme söylemiyle kurbanlarını yarattığı” deyişi hiç de boş değil. Yine “güçlülerin çıkarı için ve güçlüler tarafından tarihin saptırılması”na yol açan yaklaşımların yıkımı da unutulmamalıdır. Tarihçi yaşadığı zamanda tanık olduğu politik gelişmelerde taraf olabilir, belki olmalıdır da.

Ancak bunu yaparken alay etmenin sınırlarını, hatta yaptıklarının pişmanlıklarını hissettiği kadar çağcıllığın bahşettiği ortamın yerel ve evrensel değerlerini duyumsamalıdır. O, olup bitenleri ortaya çıkarmaya çalışır, yakaladıklarını derler, en önemlisi de onları anlamaya çalışır.

Tüm bu aşamalardan sonra onu topluma açar; ama yine tarihçi disipliniyle, edebi çekiciliğiyle ve -tabii ki- çağdaş sorumluluğuyla. Soru ortada: Neden tarihçilik yapıyorsunuz? Kazancınız oradan gelse dahi (büyük paralar kazansanız dahi), hatta onu bir hobi olarak algılasanız bile, geçmişle uğraşmanızın amacı nedir? Maişetiniz oradan geliyorsa eğer, o parayı/dirliği hak ettiğinizi mazur gösterecek gerekçeniz nedir? Belki de en can alıcı soru şu: Yaptığınız bu işte -profesyonel tarihçi, vülgarize ustası veya gazeteci/jurnalist olarak- sorumluluğunuz (özellikle de yetkiniz) nedir?

Doğaldır ki, tarihçiler gerektiğinde kabullenilebilir bir geçmiş imgesi yaratmaya çalışırlar, gazeteciler de bu imgeleri kullanırlar. Toplumun/meraklının/öğrencinin geçmişe duyabilecekleri ilgi hiç bitmeyeceğine göre bu gruplar onu durmaksızın, her yerde arayacaklardır; bu istek ve arayışlara yanıt veremeyen profesyonel tarihçi kadrosu değerini yitirecektir.

Hiç şüphe yok ki, güncel sorumluluğu olan bilimsel ve sanatkâr tarihçilere ihtiyacımız var. Türk tarihçiliğinin (“medyatik” olmayan ama gerçekten seçkin, güngörmüş) temsilcisi Şerafettin Turan boşuna tanımlamamış bu disiplini “Yaşanmışlıktır tarih, yaşanmışlık” diye.

Bunun anlamı, yaşanılan günlerin sorumluluğuyla bakabilmektir geçmişe; 100, 200, 500 yıl geride kalmış olgulara tüm akademik ve sanatsal deneyimlerle bakarak, onu çağdaşlığın gerektirdikleriyle algılayarak. Tarihçilik çağcıl kalmakla icra edilebilir ancak; aşılmış sorunları ve yöntemleri yeniden pişirmekle değil.

Sonuç

“Biz”li anlatım özürlüdür “tarihçi” için, tarafgirliğin ifadesidir, sorumsuz bir kişinin sığınağıdır. Cumhuriyet’i dışlayıp Osmanlı’yı “biz” kimliğinde algılamak tarihçilik değildir. Ne var ki bu meslekte yaratılabilecek ve övünebileceğimiz “biz” okulu/ekolü çok manidar olabilir. Türk tarihçiliğinin birincil ihtiyacı budur.