'Biz'leştirilen Osmanlı ve Tarih
cumhuriyet.com.trTarih akademik saygıyı yitiriyor, bilimsel unvanlarla donatılanlarca dahi. Onu istedikleri gibi kullanmak isteyen “medya”nın, siyaseti yönlendirenlerin, ideolojik bağlantılarına destek arayanların payandası yapılıveriyor.
Kanalın tuşuna bastığımda sohbetin çoktan koyulaşmış olduğunu gördüm. Programda yeniçeri konusu işlenirken bir soru patlatıveriyor gazeteci, karşısındaki öğretim üyesine: “Biz Viyana’ya kadar gittik, orayı neden alamadık?” TV’de tarih musahibliğinden tanıdığımız genç bilge kişi(!) yanıtını hemen yapıştırıyor; aklımda kaldığı kadarıyla şöyle ikna etmeye çalışıyor suali tevcih eden programdaşını: “Hava muhalefeti işleri bozuyor, yağmur fazla yağıyor orada o mevsimde. Aslında Yavuz gibi bir sultan alabilirdi Viyana’yı; Kanuni de yapabilirdi o işi.” “Canlı”sı birkaç gün öncesinde yayımlanmış olan program böylece (o gün için) sonlanıyordu. Ben de hayret-engiz bu “pax ottomana”dan sonra televizyonu kapattım ve başımı silkeleyerek öğrencilik yıllarımı hatırladım, çaresiz. Derslerini dinlediğim, kahve sohbetlerine de tanık olduğum Mükrimin Halil Yınanç’ın 1959-60 yıllarındaki anlatım yöntemlerini anımsadım; yarım yüzyıl önce kahve köşesinde meraklıya seslenen o tarihçilik tarzını -günümüzdeki her türlü teknik ve müzikal şatafata boğulan gösteriden- çok daha safiyâne ve dürüst bulduğumu anladım.
Bu makalemde tarihçiliğin provalarını medya yoluyla yapmaya çalışan gazetecilerin veya iletişim olanaklarını kullanarak düşüncelerini topluma yaymaya çalışan, akademik unvanlar taşıyan ve tarihçilikte illa da profesyonel (uzman) olmayan kişilerin adlarını ilan ederek nafile bir tartışmaya bulaşmak istemiyorum. Elinde muhteşem medya olanakları bulunan gazeteci ve onlara destek veren akademisyenlerle başa çıkmam mümkün değil. Hele hele, tarih gibi yenilenebilir bir bilgi dalında -gerekli gereksiz dile getirilen binbir çeşit soru ile daldan dala atlayarak- bilgiçlik arz etmek olanaksız bir şey benim için. Sadece, tarihçiliğin özümsemeye çalıştığım mesleki kurallarına sığınarak hiç de hoşuma gitmeyen, “ben/biz her şeyi bilirim/biliriz” edasıyla, “biz yaptık, fethettik, kılıçla almamıza rağmen yaşamalarına izin verdik, refah getirdik…” yargılarıyla dinleyenleri büyülediklerini sananların tarih ile fazla oynadıklarını belirtmek, merak uyandıran bazı tarihi konuların barutla doldurulmalarının tehlikeli olabileceğini duyumsayarak uyarıda bulunmak istiyorum.
Başka bir gün, yine “o” TV’de, Ağustos 2009 içinde Rusya Başbakanı Putin’in Türkiye’ye gelişi irdelenirken tarih devreye giriyor, 18. yüzyıl başlarına gidiliyor, Katarina-Baltacı ilişkileri gazeteciliğin yakalamaya çalıştığı sansasyon dürtüsüyle güncelleştiriliyor, “biz yine de Prut’u kazanabilirdik” gibi bir formatla mesele sulandırılıyor ve Rus çariçesine yüklenmek istenen gizem ile güya toplum cezbediliyor, aydınlatılıyor.
Rusya’ya ilişkin, bu kez kitaplarda karşımıza çıkan, bir başka “biz”li anlatımda da “18. yüzyılda bizim Rusya’ya bakışımız da değişmektedir” diyor bir başka ünlü/popüler tarihçimiz; bir yerlerde yaptığı konuşmanın yayımlanmış metninde. “Bakış açılarımız”ı yansıttığını sandığı o dönemin müverrihleri (örneğin Şem’dânî-zâde Fındıklılı Süleyman Efendi, Çeşmî-zâde ve Ahmed Vasıf gibi tarihçiler) kendilerini Devlet-i Aliyye yerine koymamışlar, sultan gölgesinde yazmış olmalarına karşın, olaylar karşısında üçüncü şahıs olarak durmasını bilmişler. Kendisini 18. yüzyıldaki Osmanlı yönetimi yerine koyan tarihçimiz kitabında bir soru da soruyor, çok haklı olarak; bu kez gerçek bir tarihçi edasıyla eleştiride bulunuyor: “Bir yandan da tarihi, objektif olarak yazma endişesi ve sorunu bulunmaktadır. Bir Avusturyalı tarihçi Osmanlı tarihine nasıl bakacaktır? Nesnellikten söz edeceksek, onun evvela kendini milli tarihinden, dini, milli, yerel duygularından soyutlamaya çalışması gerekir.” Ne güzel bir tarihçi dersi! Lakin uygulama aynı güzellikte değil.
Bir modadır gidiyor
Bir modadır gidiyor; popülist, televizyon musahipliğinde ve gazete köşe yazarlığında tanınmış kişiler kadar, gerçekten adlarından çok söz edilen tarihçilerin pekiştirdikleri moda bu. Eskiden de vardı “biz”li konuşmalar ve anlatım yöntemleri. Ancak günümüzde, tarihçi sayısının patladığı bir süreçte, kimi tarihçilerin, gazetecilerin ya da onu öğretmeye çalışan eğitmenlerin böyle bir aidiyet damgalı dil kullanmaları ne akademik tarihçiliğin meslek adabına uymakta ne de Osmanlı için bir etik değer taşımakta. Yaşadığımız Türkiye Cumhuriyeti kimliği içinden bakarken kullanılabilecek tarih yorumuna ise hiç uygun düşmemekte.
Kitaplık raflarından indiriverin yetkin bir tarihçinin kitabını, kitaplarını ya da yazdıklarıyla bilge olarak tanınmış ve uluslararası üne sahip bir tarihçinin alışveriş merkezlerinde satışta olan bir yapıtını. Tarihin birinci çoğul şahıs olan “biz” aidiyeti içine sokulmadan yazıldığını göreceksiniz. Tarihçilik geleneğinin ilk koşullarından biri sayılan kurala uyulduğunu fark edeceksiniz. İstenildiği kadar yerel, milli ya da dini duygular içinde algılanmış olsun onun evrensel, bilimsel ve beşeri karakterini bozarak “biz”e oturtulmadığını anlayacaksınız; diğer meslektaşlarına veya okur kitlesine “biz”li olarak duyurulmadığını göreceksiniz. Tarihçilik yaparken ne ulusla bütünleşip yüzyıllar öncesi için “taraf” olabilirsiniz, ne dinle perçinleşip geçmiş adına “iman” tazeleyebilirsiniz”, ne de belirli coğrafya içine sığınıp mazide karşınızda olduğunu sandığınız “onlar”ı top ateşine tutabilirsiniz!
Tarih sanki açık arttırmada, “TV sohbetleri”nde dere tepe düz giden konuşmalarda, “medya” gücü tarafından sözüne karışılıp yönlendirilen bir tarih “musahib”inin aklına geliveren kitap sayfalarından anımsadığı, kafasına nakşettiği “ortaçağ” tarihçiliğinin yönlendirmesiyle seslendirdiği babayani anlatımının çekiciliği veya sadece kendinde saklı “yazma” bir eserin satırlarında kalan esrar veya sadece kendisi tarafından keşfedilmiş sanılan bir bilgi kırıntısı; dinleyenin beklentilerine merhem oluveriyor sanki! Günün politik/tarih modasını belirleyenler veya güncele indirgenmiş bir konuyu kullanmak isteyenler, peşine takılmasını istedikleriyle donanıveriyorlar bir anda; hayranlık yaratıveriyorlar izleyici karşısında!
Tarih akademik saygıyı yitiriyor, bilimsel unvanlarla donatılanlarca dahi. Onu istedikleri gibi kullanmak isteyen “medya”nın, siyaseti yönlendirenlerin, ideolojik bağlantılarına destek arayanların payandası yapılıveriyor.