Bizi altüst oluşlar bekliyor

Ayfer Tunç edebiyatta 25 yılı geride bıraktı. Onun için geride bıraktığı çeyrek yüzyıl yalnızca durup geriye bakmak için bir mola. Çünkü yerine koyamayacağı tek şeyin zaman olduğunu biliyor. “Ömür belli sayıda nefesten oluşuyor. Kaç nefes hakkımız olduğunu bilmiyoruz. Oysa nefes alıp verirken bunun bilincinde değiliz” dediğinde ise yerine mıhlıyor insanı.

Ali Deniz Uslu / Cumhuriyet

Ayfer Tunç, Türkiye coğrafyasındaki edebiyatın en sahici ve sivri kalemlerinden.  Yazdıklarından hayat damlıyor. Melankoliyle umudun doz aşımını belki de  yazdıkları. Ama ne de olsa zehri panzehir den ayıran dozu. Biz de edebiyatta çeyrek  yüzyılı deviren Tunç ile küçük bir zaman yolculuğuna çıktık.

-Yazdıklarınız yaşadıklarımız. Ama kendimize söylemekten bile korktuklarımız.  Peki, nedir bu uçurumun kenarında olma halimiz? 

Korku bir tehdit algısı durumunda insanların ve hayvanların hayatta kalmak dürtüsüyle kapıldıkları, canlı kalmayı sağlayan bir mekanizma. Ama bu, korku  duygusunun neredeyse masumane bir tanımıdır ve hayati bir mekanizma dediğimiz anda da gereklilik hali doğurur. Oysa toplumsal düzen içinde yaşayan insanlar için korku çok daha karmaşıktır. Toplumsal hayatta korku saf haliyle bulunmaz. İktidar,  inkar, haksızlık, güç ilişkileri, erdemlerden vazgeçme gibi duygu ve durumlarla iç içe geçmiş bir halde karşımıza çıkar. Öte yandan korkunun yaptırdıkları bir bedel ödemeyi de gerektirir. Bu bedeli ödemekten kaçındıkça, yalanın yalanı doğurması gibi, korku da yeni korkuları doğurur. Pek çok sosyal bilimcinin defalarca söylediği gibi, Sovyetler Birliği dağılmadan önceki iki kutuplu dünya korkuların sistem tarafından sürekli canlı tutulmasıyla yönetiliyordu. O dünya çöktü ve yeni dünya korkunun daha rafine bir rol oynadığı, İslamofobi, ötekileştirme gibi unsurlarla yeni tehditler ürettiği bir yer haline geldi. Bizim toplumumuzda da korku, oldum olası muktedirlerin, gelişmiş batı toplumlarına göre daha yoğun, daha haşin ve sınırsız biçimde kullandığı, son derece etkili bir silahtır. Yakın siyasi tarihimiz korku tarihidir. Yaşı uygun olanlar hatırlar, 80’leri ve 90’ları “80 öncesine döneriz” tehdidi ve korkusuyla geçirdik. 80’den sonra doğan kuşaklar için bu soyut korku anlam ifade etmez olunca yeni korkular üretildi, üretilmeye de devam ediyor.

- Bazen kendimizi uçsuz bucaksız bir umutsuzlukta buluyor gibiyiz. Siz de bunu en iyi şekilde okura tercüme ediyorsunuz. Bu bir tür arınma ve yıkanma mısizin için?

Yazmak arınmadan çok bir çaresizliğin dışavurumu. İnsan gençken yaşanacak yılları yaşanmış yıllarından daha fazladır. Dolayısıyla umut canlıdır. Yaşlandıkça yarına düşen pay azalır, umut da aynı oranda gücünü kaybeder. Kendimi bildim bileli bu ülkenin onurlu ve huzurlu bir beraberlik içinde yaşayacağı günlerin geleceğine inandım ve bekledim. Ama o günler gelmedi. Geçen yıllar bana her toplumsal kırılmanın yeni sorunlar, yeni çatışmalar, yeni olumsuz durumlar getirdiğini gösterdi. Dolayısıyla yazmaktan başka elimde bir şey yok. Benim için bugünü dünden farklı kılan, dünyanın genel gidişatının da hiç parlak olmaması. İletişim olanakları bu düzeye gelmeden önce dünyanın böylesine gaddar, adaletsiz, haksız, sesini duyuramayanların muktedirlerin elinde oyuncak olduğu bir yer olduğunu, bu kadar kuşku götürmez ve ağır biçimde göremiyorduk. Kendimi dünyanın her yerinden gelen çığlıklar karşısında etkisiz, ufacık, edilgin hissetmemin çaresizce karşılığıdır yazdıklarım. Belki vicdanıma bir nebze pansuman oluyor, duyarsız kalmanın utancını bir parça gideriyor ama çığlıkları sona erdirmiyor.

-Üzerimize biçilen roller, başarı kriterleri ve bedenimize yapışan üniformalar. Bunu fark ederek yaşamak zor, bilmiyormuş gibi yapmak da riyakarlık. Böyle olunca da büyük kandırmacaya dönmüyor mu hayat?

Eski dünya düzeni hakkında bildiklerimiz yeni dünya düzenini biraz daha anlamamıza yarıyor. Eski dünya yoksun, yoksul ama erdemlerin ve insanlık birikiminin bir nebze daha değerli olduğu, yarın fikrinin böylesine solgun olmadığı bir dünyaydı. Bugünden baktığımızda zaman zaman temelsiz veya vahşi görünse de, insanlığın duyguları vardı. Yeni-maddi dünya toplumsal hayat içindeki insan ilişkilerini tüketim kabiliyetine göre yeniden düzenledi. Dünya bugün bir gezegenden çok, satış/pazarlama kavramlarıyla yönetilen muazzam bir pazar yeri. Üniversitede, ekonomi dersinde anlamakta en çok zorlandığım ilke ekonominin ahlakı içermediği olmuştu. Ekonominin temel ilkeleri ürkütücüdür ama aynı oranda aydınlatıcıdır.

Ekonomi bilimi paranın ahlakı yoktur der. Ahlakı olmayan bir maddeye erişmek hayatın temel ve yegane amacı haline gelmişken ahlaklıymışız, erdem sahibiymişiz gibi yapmak, kendimize zorlama manevi değerler edinmek, ama kriz anlarında bu değerleri kolayca elden çıkarmak, böylece ikiyüzlü ve omurgasız bir hale gelmek uhumuzu onulmaz ölçüde hasta ediyor. Kısacası evet, hayatımız en çok kendimizi kandırdığımız büyük bir kandırmaca.

SİSTEM GÜCÜNÜ DÜŞMAN YARATMAKTAN ALIYOR

-Düşman yaratmak ve sürdürülebilir linç üzerine gayet başarılı bir coğrafya burası. Belki de siyasi gelenek demeli. Herkes tarafını ve pozisyonu belirliyor böyle olunca da. Böyle daha ne kadar yaşarız?

Biz sürekli düşman yaratan ve sisteminin işleyişi gücünü düşman yaratmaktan alan bir toplumuz. 600 yıllık Osmanlı tarihine yaslanarak kendini büyük ulus olduğuna inandırmış ama düşmansız yapamayan, resmi tarihini de varoluşunu da düşman ile mücadele etme üzerine inşa etmiş bir toplumuz. Bu yüzden kendimizi hep uçurumun kenarında hissediyoruz. Gerçekten büyük ulus olmak istiyorsak korkularımızla yüzleşmemiz gerekir. Ama yapmıyoruz, yaptıklarımız da kozmetik çabalardan öteye gitmiyor. Biliyoruz çünkü, korkularımızı kurcalamaya başlarsak kökü derinlere giden günahlarımızla karşılaşacağız ve büyük bir yalanın içinde yaşadığımızı göreceğiz. Böyle daha ne kadar yaşarız? Bilmiyorum ama bizi geleceğin bir yerinde altüst oluşlar bekliyor olmalı.

-Kendine rağmen yaşamak zor, çok zor. Siz kendinizle ne kadar çarpıştınız. Ya da zafer ve mağlubiyetten öte nelerle çözdünüz bunu?

Edip Cansever’in, -ki benim de edebiyatımı bir anlamda borçlu olduğum şairin- dizesidir: “Bir gün herkes kendisi olsun.” Cansever bunu söylerken yaşamanın aslında bir kendi olmak mücadelesi olduğunu vurguluyordu. İnsan değişir çünkü, canlı olan her şey değişir. Hücrelerimiz yaşlanır, dolayısıyla her gün yeni biriyizdir. Ama her gün yenilenen bu “ben”e karakterini veren temel nedir? İnsanın kendini tanıması öldüğü an sona erecek bir süreç. Benim için hayat bir zaferler ve mağlubiyetler silsilesi değil, bu kavramlar bana çok uzak, zafer veya yenilgi siyasal tarihe yakışıyor, insan hayatına değil. Zaferler bizi daha insan, hayatımızı daha değerli yapmaz, yenilgiler de bizi değersiz kılmaz.

YERİNE KOYAMAYACAĞIMIZ TEK ŞEY ZAMAN

-Edebiyatta çeyrek yüzyıl, dile kolay. Ağırlığı var bir kere bu cümlenin. Siz de neye karşılık geliyor peki?

Doğrusunu isterseniz bir soru halinde sorulmadıkça edebiyatta 25 yılı geride bıraktığım aklıma bile gelmiyor. Bu süre içinde ortaya çıkan toplamın fena olmaması hoşuma gidiyor elbette. 25 yıl benim için durup bir geriye bakma molası, o kadar.

-Zamanla aranızda nasıl bir ilişki var, tüm bu sürdürülebilir ağrılar bir yana. Sürekli zamana yetişmek derdini aşabildiniz mi?

Bir yanımla zamana çok bağlıyım, zamanın yerine koyamayacağımız tek şey olduğunu bilmek beni ürkütüyor. Ömür belli sayıda nefesten oluşuyor. Kaç nefes hakkımız olduğunu bilmiyoruz. Oysa nefes alıp verirken bunun bilincinde değiliz. Zamanı boşa geçirmişsem eğer, bir de zamanı boşa geçirdiğim için üzülerek zaman geçiririm, böylece boşa geçen zaman daha da büyür. Bir de gündelik hayatın içinde

bizi sınırlayan hayatımızı bölen, işaretleyen zamanlar var ki, işte zamana yetişmek sorunu orada düğümleniyor. Zamana yetişmek derdini aşamadım ben, aşmaya da niyetim yok, üretimin zorlayıcı gücü bu benim için.

BAZEN UMUTSUZ OLMAK İYİDİR

-İlk kitabınız “Saklı” 1989 yılında yayımlandı. Yazarlık sürecinizdeki en büyük kırılma neydi, ya da en keskin viraj?

Daha önce edebiyatımın anlamlı başlangıcı Mağara Arkadaşları (öykü, 1996) kitabımdır demiştim. Ondan önceki iki kitabım Saklı (öykü 1989) ve Kapak Kızı (roman 1992) edebi arayışlardı. Sesimi, meselemi, temel temalarımı henüz bulmadığım, ama aradığım kitaplardı. Mağara Arkadaşları ile başlayan süreçten bugüne dikkate değer bir kırılma yaşadığımı söyleyemem, değiştim demek daha doğru olur sanırım. Kitaplarım bazı okurlar için birbirine benzemiyor gibi görünse de aslında temel temalarımın, kullanmayı sevdiğim ironi, melankoli, karamsarlık, mizah gibi unsurların değişik miktarlarda bileşimidir. Ortak noktaları ise hayata olan büyük iştahım ve insan hikayesine olan merakımdır diyebilirim.

-Yazmasaydınız, yazamasaydınız neler yapardınız?

İyi ki yazabiliyorum! Düşünmedim diyemem, yazamasaydım ne yapardım diye zaman zaman düşündüğüm oldu, ama hatırı sayılır bir cevap bulduğumu

-Cevabını duymaktan korktuğumuz soruları sormaktan çekiniriz. Umutsuzluk sarmış olsa da dört yanı. Umut yitirmemeli öyle değil mi?

Bazen umutsuz olmak iyidir, dibe vurmamızı ve vurduğumuz dipten aldığımız güçle yükselmemizi sağlar. Umut yapaylaşabilir çünkü ve yapaylaştığı ölçüde zararlıdır. Gerçek umut benliğimizden ve bize rağmen doğan umuttur. Umudu yitirmemek için sahte umutlarla oyalanmanın bir engel olduğu kanısındayım, yaşıyorsak umudumuz var demektir. Umutsuzluk dönemlerinde gerçekleri görmek, hayata gerçek değerini vermek varlığımızdaki umudu zaten açığa çıkartacaktır. Demek istediğim umutsuzluğun diz boyu olduğu zamanlarda gerçeğe dokunmak, gerçeği görmek, kendimize karşı dürüst olmak sahte umutlarla gerçekten kaçmak veya oyalanmaktan çok daha doğru bir yol.