‘Biricik değer; insan olmak!’
Herkül Millas, insanların mevzilendiği etnik köken, dil, din gibi aidiyet kalelerinin ne kadar çürük ve temelsiz olduğunu, insanlar için o kaleleri terk etmekten, (tür anlamında değil ama ahlaksal anlamda) insan olmayı biricik değer bellemekten başka çıkar yollarının bulunmadığını çok inandırıcı biçimde gösteriyor.
Ülker İnceHerkül Millas, Aile Mezarı (Doğan Kitap) adlı romanında çok komik ve çok acı şeyler anlatıyor. Bazen katıla katıla gülüyor ve güldüğüm için roman kahramanlarından özür dilemek istiyorum. Kahramanlar da, kahramanların acıları da o kadar sahici ki!
Herkül Millas, İstanbul’dan Atina’ya göç etmiş İstanbullu bir Rum aileyle birlikte başka aileleri de anlatıyor. Bir roman kahramanının dediği gibi göç edenler “başka bir yerde yeniden bir vatana sahip” olamazlar, “Vatan ne taşınabilir bir şeydir ne de yeniden kurulabilir.”
Dünyanın her yerinde insanlar bunu bilir ve belki birkaç serüvencinin dışında kimse vatanını kolay kolay terk etmek istemez. Göç her zaman büyük mutsuzlukların anasıdır.
‘BİZ BURAYA NEDEN GELDİK?’
İstanbullu Rum aileleri de Atina’ya keyiflerinden göç etmemiş, siyasal nedenlerle göç etmişlerdir. Göç edenlerin hepsi bunu bilir ama zaman zaman hem aile içinde “Biz buraya neden geldik?” sorusu sorulur, o yetmezmiş gibi bazen Atinalılar da, İstanbul’dan gelenlere sorarlar.
Bu çok zor bir sorudur. Çünkü 1936’da Atina’ya göç etmiş olan büyükbaba Adonis, karısının bu soruyu “Bu yanlışı biz niçin yaptık?” anlamında sorduğunu, Atinalı genç bir çırağın da “Ama siz buralı değilsiniz ki, burada ne işiniz var” anlamında sorduğunu bilir. “Türkler bize kötü gözle bakarlardı ama hiç değilse oraya neden geldiğimizi sormazlardı, oraya ait olduğumuzu bilirlerdi” diye düşünür. Geldikleri ülkeye hiçbir zaman ait olamayacaklardır.
İstanbullu Rumlar siyasal nedenlerle vatanlarını terk etmiştir ama romanda o siyasetler hiç konu edilmez, 6-7 Eylül olayları yüzünden göç edenler “olaylar” yüzünden göç etmişlerdir, o olayların ne olduğu hiç anlatılmaz, 1964’te göç edenler ülkeden ihraç edilmişlerdir. Kim etmiş, niçin etmiştir o da bir kez üstünkörü açıklanır:
Türk hükümeti Kıbrıs olayları yüzünden Yunan Hükümeti’ne baskı yapmak istediği için İstanbullu Rumlara birkaç gün içinde İstanbul’u terk etmelerinin gerektiğini bildirmiştir, o kadar. Siyasal nedenler hiç kurcalanmaz. Siyasetlerin daha gerisinde yatan şeye, insana, büyüteç tutulur. İnsanın ne gibi ruhsal gereksinimler ve güdülerle hareket ettiği gerçeğine ulaşılmak istenir.
YOK OLUŞA KARŞI!
İnsanlar yok oluşa karşı üç şeye sarılmaktadırlar. Bunların başında aile, inanç ve etnik köken gelir. Ailenin birliğini ve bütünlüğünü korumak isterler çünkü başka etnik kökenden gelen, dili ve inanışı farklı olan kişilerin, kendi ailelerine katılmasına izin verirlerse “aile dağılır”. Dağılır ve yok olur..
İkinci olarak insanlar “söz hakkı”na sahip olmak istemektedirler. İstanbullu Rumlar söz haklarını kaybettikleri duygusu içindedirler çünkü egemenliklerini kaybetmişlerdir. Türklerin kendilerini sevmediklerini, kendilerinin düşmanı olduklarını düşünürler ısrarla, kendilerine iyi ve dostça davranan Türklerdense kuşkulanırlar.
Annesiyle babası Atina’ya göç etmiş, kendisi İstanbul’da kalmış olan oğul Aleksandros, “Ama Türklerin hepsi aynı değildir,” diyen birine “Hepsi aynıdır, yalnız kimileri daha kurnazdır ve ne olduklarını belli etmiyorlar,” der. Hayat ve olaylar onu yalanlasa da o bu düşüncesinden vazgeçmez.
Onun ağzından biz bu sözleri duymadan önce Aleksandros bir gün vapurla Heybeliada’ya geçerken vapurda Ali’ye - bütün ülkede iyi bir öykücü olarak tanınan - bir Türk’e rastlamıştı ama adamdan hiç hoşlanmadığını söylemiş, onunla selamlaşmamak için ne yapacağını şaşırmıştı.
Adamın Rum dostu biri olduğunu, hatta Rumca bildiğini söylüyor ama onu sevmiyordu. Daha sonra nedenini açıklayacak, karısının eski sevgilisi olduğunu söyleyecekti. Bu açıklama bize hiç inandırıcı gelmez. Kendisine onca düşman bellediği Türklerin arasında Rumları sevdiğinden kuşku duyulamayacak birini de kendisinin sevmemesinin açıklaması yalnızca bu olmamalıdır.
Herkül Millas’ın neredeyse feminist bir yazar olduğunu söyleyeceğim çünkü romanda kadınlar sağduyuyu, gerçeği kabullenme, korkularıyla yüzleşme cesaretini temsil ederler.
SON EV!
1936’da Atina’ya göç etmiş olan Adonis yaşı ilerleyince Atina’da bir aile mezarı satın almak ister. Ona göre mezar bir “tesadüf” olmadıklarını, var olduklarını, bir aile olduklarını gösterir. Aile mezarı onun son evi olacaktır. Ev demek, aynı zamanda, sözünün geçeceği yer demektir çünkü o mezara kimlerin alınıp kimlerin alınmayacağına kendisi karar verecektir.
1964 olaylarından sonra Atina’ya göç etme kararı alan Aleksandros bir arkadaşına “Almanya’ya gitmeyi” düşündüklerini söylediği zaman arkadaşı orada da Türkleri göreceğini belirttiğinde “Ama orada egemen olmayacaklar,” der. Bu “egemen” sözcüğü burada çok anlamlıdır. İnsanlar başkalarıyla eşit olmak istememekte, başkalarından üstün olmak istemektedirler çünkü yaşamak öncelikli olarak egemenin hakkıdır. Adonis’in sonunda aile mezarını egemenlik kurabileceği tek yer olarak görmesi acıklıdır kuşkusuz, hiçbir akıllı varlığın akıllıca bulamayacağı, çok akıl dışı bir avuntudur. İnsanoğlu “akıllı” bir varlık olmadığı zaman komik ve ilkel bir varlık olmaktadır.
KEŞKELER VE SAĞDUYULU KADINLAR
Atina’ya göçme kararı alan iki oğuldan biri ailesiyle birlikte Atina’ya gidip geçici olarak baba evine yerleşince daha sonra gelen oğula baba evinde yer kalmaz. Kendisine yer kalmayan oğlan buna itiraz eder, baba evinde kalmanın kendisinin de hakkı olduğunu söyler ama daha önce gelip yerleşmiş olan oğul, “Çünkü biz daha önce geldik” deyince çocukça ve elbette gülünç bir tartışma başlar.
Sonunda belki de en çok korktukları şey olur, ailenin filozofu olarak kabul edilen torun Kimon bir Türk kızıyla evlenip kızı Atina’ya aileyle tanıştırmaya getirmiştir. Daha önce büyükbaba Adonis, karısının kayıp ikizinin bir Ermeni olduğunu öğrenince kıyameti koparmış ve o kız kardeşi asla kabul etmemişti, şimdiyse torununun Türk eşi için, “Keşke Ermeni olsaydı,” der.
Aile fertleri ne yapacaklarını şaşırmıştır, yine kadınların sağduyusu imdada yetişir. Kadınlardan biri, “Kimon sevdiği kızla evlenmeseydi ve evlenmediği için ömür boyu mutsuz olsaydı,” deyince herkes susar. Din farkını da sorun edemezler çünkü kızın ve Kimon’un ateist olduklarını öğrenmişlerdir.
Kendi elleriyle kendilerini hapsettikleri odadan kurtulmalarına yarayacak bir tek anahtar vardır ellerinde: Kucaklayıcılık ve önyargısızlık anahtarı.
Herkül Millas bu romanda, insanların mevzilendiği etnik köken, dil, din gibi aidiyet kalelerinin ne kadar çürük ve temelsiz olduğunu gösterdiği gibi, insanlar için o kaleleri terk etmekten, (tür anlamında değil ama ahlaksal anlamda) insan olmayı biricik değer bellemekten başka çıkar yollarının bulunmadığını çok inandırıcı bir biçimde gösteriyor.
Aile Mezarlığı / Herkül Millas / Doğan Kitap / 176 s. / 2020.