Bir Zamanlar Yeşilçam’da…

Çağan Irmak, üç yıllık aradan sonra yönetmen koltuğuna oturduğu Yeşilçam ile yeniden çok iyi bildiği şeyi yapmaya, bir dönem dizisi çekmeye yöneliyor.

Başak Bıçak

Sizi bilmem ama sinemaya meftun bir seyirci olarak içinden “sinema” geçen öyküleri hep ayrı bir yere koyarım. Çoğu zaman hikâyenin nasıl olduğunun bir önemi olmaz, yalnızca sinemaya dair bir anlatı barındırması bile yeterli olur nazarımda. Cinema Paradiso’nun Salvatore’si, 8½’un Guido’su, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’nin Haşmet’i, Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filminin Recep ile Mehmet’i veyahut diğerleri… Birbirinden çok farklı olmalarına rağmen ortak noktaları sinemaya duydukları tutku olan bu karakterleri unutmak mümkün değil. Ne de olsa görüntü perdeye düştüğünde, her birimizin kalbi hep aynı heyecanla çarpıyor…

İşte Yeşilçam dizisinin Semih’i (Çağatay Ulusoy), tam da böyle büyük bir sinema aşkıyla kurgulanmış bir karakter… Sinemaseverlerin müzmin hastalığına yakalanmış, hikâye olmadan, film çevirmeden yaşayamayanlardan… Tıpkı Salvatore gibi sinemanın içinde, makara sesleri eşliğinde büyüyen, pek çok iyi film çeken fakat nihayetinde ortağı tarafından dolandırıldığı için iflas eden genç bir yapımcı… Bir umut, onu kurtaracak, “hastaları iyileştirecek” hikayeyi beklerken başı dertten kurtulmayan, Yeşilçam melodramlarına uygun bir biçimde sevdiği kadını da kaybetmiş talihsiz bir adam aynı zamanda.

Çağan Irmak, üç yıllık aradan sonra yönetmen koltuğuna oturduğu Yeşilçam ile yeniden çok iyi bildiği şeyi yapmaya, bir dönem dizisi çekmeye yöneliyor. Dizi, usta hikâye anlatıcısının özlediğimiz tonunu sahneye taşırken, bir yandan da seyircisini Yeşilçam’ın sokaklarında, ünlü rejisörlerin, prodüktörlerin ve yıldızların arasında nostaljik bir yolculuğa çıkarıyor. İlk iki bölümü BluTV’de yayımlanan dizi, esasen Semih Ateş isimli genç bir yapımcının hayatı ve film çevirme serüveni etrafında şekillenirken, biz sinemaseverler için bir tür yıldızlar geçidine dönüşmeyi de ihmal etmiyor. Ayhan Işık’tan (Emre Taşkıran), Atıf Yılmaz’a, Ertem Eğilmez’e (Emrah Kolukısa) değin dönemin ünlü sinemacılarını hikayesine dahil eden Yeşilçam, altın çağını yaşayan ve “Küçük Hollywood” olma hayalleriyle sona doğru yaklaşan bir “efsaneyi” de gözler önüne seriyor. 

Semih’i sırt planıyla izlediğimiz bir girizgahla açılışını yapan dizi, ilk andan itibaren büyük oranda karakterlerini tanıtmaya girişirken, hem dönemin siyasal ve toplumsal atmosferini hem de bu sürecin bir getirisi olarak sinemacıların başına bela olan sansür yasasını konu etmeyi ihmal etmiyor. “Komünizm korkusundan” mütevellit Soğuk Savaş’ın buram buram hissedildiği, askeri darbenin hemen ertesindeki 60’lı yıllara sırtını yaslayan dizi, Türkiyeli Rumlar için travmatik bir hatıraya dönüşen Kıbrıs meselesi ve İstanbul’daki olayları çok kısa bir planla hatırlatmayı deniyor. Bir gazete haberinde gördüğümüz, Kıbrıs’ın Britanya’dan kopuşuyla başlayan ve Türkiye ile Yunanistan arasında uzun yıllar sürecek bir anlaşmazlığın ilk sonuçlarından biri olan “zorunlu göç” hadisesi, muhtemelen dizinin ilerleyen bölümlerinde daha fazla karşımıza çıkacak. Zira Kıbrıs’taki Kanlı Noel’den ünlü Johnson Mektubu’na değin bir dizi diplomatik kriz ve toplumsal karmaşaya gebe olan bu yıllar, bilindiği üzere Türkiye’yi 74’teki harekâta sürükleyen sürecin de bir parçası olarak hafızamızda yerini koruyor.

Kısacası Yeşilçam ilk iki bölüm özelinde, Çağan Irmak’ın sinemasal dilinin yine her yönüyle anlatıyı çevrelemeyi başardığı bir eser izlenimi veriyor. Müziklerinden, sanat ve görüntü yönetimine kadar seyir zevki hayli yüksek bir öykü var karşımızda… Elbette yine de kesin bir yargıya varmak için henüz erken. Ancak umut vaat ettiğini de gözden kaçırmamak gerek.