Bir uzaylının beyninde

Oyuncu ve komedyen Robın Wıllıams dört yıl önce bugün intihar etmişti.

Emrah Kolukısa

Dört yıl önce bugün sosyal medyadan duymuştuk çoğumuz haberi: Robin Williams 63 yaşında hayata veda etti. Ölüm sebebinin intihar olduğunu duymak ise birçoğumuzu asıl şok eden kısmı olmuştu haberin. Bunca esprili, dünuyayı bunca güldüren, filmleriyle hep pozitif bir mesaj yayan bir insan nasıl olur da...? Tüm bu ve benzeri sorulara yanıt arayan yeni bir belgesel var şu günlerde dolaşımda: “Robin Williams: Come Inside My Mind” (Robin Williams: Aklımın İçine Buyrun). Biz de bu vesileyle hem biraz bu belgeselden bahsedelim, hem de Williams’ı analım dedik, onun bu diyarları terk ettiği günün sene-i devriyesinde.

Yönetmenliğini Marina Zenovich’in (adını 2 Emmy ödülü kazanan 2008 tarihli “Roman Polanski: Wanted and Desire” adlı belgeselden anımsayacaksınız) üstlendiği HBO yapımı belgesel Robin Williams’ın hayatını çocukluk yıllarından (“O kadar sessizdim ki çocukken” diyor bir yerde Williams, inanması zor olsa da, aslında bir bakıcı tarafından büyütüldüğünü ve çok yalnız olduğunu söylerken) itibaren anlatıyor ve onun yakın çevresiyle, arkadaşları ve birlikte çalıştığı kimi meslektaşlarıyla yapılan söyleşilerle ünlü komedyenin bir portresini çizmeye yelteniyor. Hayatlarının bir döneminde yolu Williams ile kesişen, sevgili ya da arkadaş, ya da eş olarak onunla bir şeyleri paylaşan kadınların büyük bir açıklıkla anlattıklarının belgeselin özellikle ilgi çekici kısımlarını oluşturduğunu belirtmek lazım.

Sahnedeki komedyen

Sporla meşgul olduğu gençlik yıllarında gittiği erkek okulunu “Dead Poets Society - Ölü Ozanlar Derneği” filmindeki okula benzetiyor. Sonra bir gün babasının izlediği Tonight Show’da Jonathan Winters’ı görüyor ve bir şekilde komediyi keşfediyor genç Robin. Onu en çok etkileyen de Winters’ın babasına kahkaha attırması oluyor, bir imkânsızı başarmak gibi adeta... Sonra 16 yaşında San Fransisco’ya taşınıyorlar ve tüm hayatı değişiyor. Disiplinin her şey demek olduğu bir okuldan özgür bir ortama geçiyor bir anda ve nihayet ufak ufak komediyle ilgilenecek cesareti buluveriyor. Önce öğretmenlerinin taklitleriyle başlıyor, ardından kızlarla yakınlaşmak için doğaçlama tiyatro derslerine takılıyor. Sonrası ciddi ciddi tiyatro, bol bol stand-up komedi ve “Mork and Mindy” ile gelen şöhret derken, herkesin bildiği bir hikâye... İşin doğrusu belgesel de Williams’ın sinema kariyerinden ziyade (inişli çıkışlı, popülerlik yolunda sağlam ama sanatsal açıdan ortalama bir kariyer) komedyenlik (filmde yer alan, onun neredeyse düşünce hızıyla espri üretip konuştuğu ve kendine yetişmek zorunda bıraktıklarını kaybetmeyi riske alacak kadar uçup gittiği stand-up komedi sahneleri paha biçilmez gerçekten) yönüne ağırlık veriyor ve daha az bildiğimiz bir yönünü gösteriyor.
Zenovich’in filmi Williams’ın beklenmedik intiharına bir açıklık getirmiyor belki ama o kadar da beklenmedik olmadığını anlatıyor aslında. Son derece zeki, ama bir o kadar da kendine güvensiz bir kişilik; düştüğü depresyonun ilacını komedide arayan bir adam ama orada bulduğunun kendine yetmediğini anlayacak kadar da keskin bir dimağ... Belki de gerçekten bir uzaylı, Mork gibi hissediyordu kendini buralarda... Kimbilir.