Bir Sarkastiğin New York Anıları

Amerikan sosyal hayatına, sanata yönelik eleştirileri ve müstehzi kişiliğiyle hatırı sayılır bir hayran kitlesi elde eden Fran Lebowitz, kadim dostu Martin Scorsese ile yeniden bir araya geldi.

Başak Bıçak

“Artık bunu söylemek yanlış biliyorum; her şey sanat, herkes sanatçı. Ancak yenen şeyler sanat değildir. Onlar atıştırmalıktır.”

Amerikan sosyal hayatına, sanata yönelik eleştirileri ve müstehzi kişiliğiyle hatırı sayılır bir hayran kitlesi elde eden Fran Lebowitz, kadim dostu Martin Scorsese ile yeniden bir araya geldi. 2010 yılında çektikleri Public Speaking isimli belgeselin bir muadilini, bu kez daha kapsamlı ve detaylı bir anlatıyla dizileştiren ikili, meraklısı için hiç karşılaşmadığınız bir New York portresi çiziyor…

The New York Times’ın, “modern Dorothy Parker” olarak nitelendirdiği Frances Ann Lebowitz, mikro düzeyde New York’u, makroda ise Amerikan yaşamını ve toplumunu kıyasıya eleştiren, hatta deyim yerindeyse yerden yere vuran bir eleştirmen ve yazar. Fakat Metropolitan Life (1978) ve Social Studies (1981) isimli kitaplarıyla ünlenen bu hiciv ustasını benzerlerinden ayıran, salt hayran verici zekâsı veyahut hazırcevaplığı değil; liseden atıldıktan sonra taşındığı bu metropolde taksi şoförlüğünden, temizlik işçiliğine kadar pek çok meslekte çalışarak toplumun farklı tabakalarını gözlemleyebilmiş olmasında saklı… Öyle ki, bir süre sonra kitap ve film eleştirileri yazmaya başlayan ve sanat dünyasının en önemli isimleriyle bir araya gelme fırsatı yakalayan Lebowitz, böylelikle 70’li yıllarda şehrin popüler kültürünün de bir parçası haline geliyor. Andy Warhol’un Interview isimli dergisinde köşesi bulunan, Duke Ellington ve Charles Mingus gibi caz efsaneleriyle görüşen, Nobel ödüllü Toni Morrison ile sırdaş olan Lebowitz’in, usta yönetmen Martin Scorsese ile tanışmalarından hemen sonra çok yakın iki dost olmaları ise çeşitli film projelerinde bir araya gelmelerine ve hatta sohbetlerini belgeselleştirmelerine de vesile oluyor.

Önce Public Speaking, ardından da şimdilerde Netflix’te seyircisiyle buluşan Fran Lebowitz: Bir Yazarın Portresi (Pretend It’s a City), pandemi öncesi New York’unda bu iki ismi buluşturuyor ve kahkahalarla dolu sohbetlerine bizi ortak ediyor. Yaklaşık yarım saatlik sürelerde, yedi bölümlük bir mini dizi olarak tasarlanan ve daha ziyade Martin Scorsese’nin sorduğu sorulara yanıt veren Fran Lebowitz’in anlattıklarıyla şekillenen dizide her şeyden önce, yazarın bakış açısından çok Scorsese hayranı bir sinemasever olarak yönetmenin kahkahalarına güldüğümü de söylemeliyim. İkilinin kendi aralarında ve farklı zamanlarda topluluk önünde gerçekleştirdikleri söyleşilerin bir derlemesi olan dizi, şüphesiz seyircisini Lebowitz’in mizahla örülü belleğinde enfes bir gezintiye davet ediyor ancak benim nazarımda dizinin eğlenceye dönüşmesinin asıl sorumlusu Martin Scorsese’nin mütevazı varlığı ve şen kahkahaları oldu. Usta yönetmene, bu diziyle birlikte bir kez daha hayran olduğumu itiraf etmeliyim.

Peki, Fran Lebowitz bize yedi bölüm boyunca ne anlatıyor? Açıkçası diziye başladığımda benim için de en büyük soru işareti buydu fakat karşınızda o kadar geveze, o kadar zeki, o kadar nüktedan biri oturuyor ki size sadece onu şaşkınlıkla dinlemek kalıyor. Eski ve yeni New York’u karşılaştırırken hiç bilmediğiniz yönlerini ele alan, kapital dünyayla gelen kültürel değişimi ironik bir biçimde eleştiren yazarın, bilhassa şehrin insanlarına ve yaşam tarzlarına yönelik söylemlerine ve gözlem yeteneğine hayran olmamak elde değil. Sözgelimi, telefon ve sosyal medyanın hayatımızda kapladığı yere ve insanları dönüştürdüğü hale değinen yazar, pek çoğumuza tanıdık gelecek bir konuya, beslenmeyi ve sağlıklı yaşamayı takıntı hale getiren modern insana da “zindelik” mefhumu üzerinden alaycı bir yorum getiriyor. 

Yönetmen Spike Lee ile yaptığı söyleşinin de yer verildiği dizide yazar, sanatçı ve sporcunun bir tutulamayacağına yönelik açıklamalarından sonra asıl eleştiri oklarını sanat ve sanatçı kavramlarına yöneltiyor ki bana göre, hem Lebowitz’i ve görüşlerini özgün kılan hem de bu söyleşi dizisini sıradan biyografik bir belgesel olmaktan kurtaran yergi burada yatıyor. Picasso ve görsel sanatlar hakkındaki söylemiyle insanların artık sanatı değil, fiyatı alkışladıklarını ifade eden Lebowitz, sanatçı ile sanatını birbirinden ayırma konusuna da açıklık getiriyor. Özellikle son yıllarda sanatçıların karşı karşıya kaldıkları taciz davaları nedeniyle gündeme gelen ve benim de çoğu zaman hayatta olan ve olmayan sanatçılar sebebiyle ikilemde kaldığım meselede zihin açıcı fikirler ortaya atıyor.

Kısacası Fran Lebowitz: Bir Yazarın Portresi, söyleyecek çok fazla şeyi olan fakat pek çoğunu daha önce duymadığınızın garantisini veren bir dizi. Seyircisine yalnızca “Para karşılığı yazı yazana kadar çok severdim, sonrasında nefret ettim” diyen Lebowitz’in ayrıksı kişiliğinin ve sarkastik duruşunun boyutlarını göstermekle kalmıyor; aynı zamanda onu yazarın anılarında ve New York’un ikonik mekanlarında keyifli bir yolculuğa çıkarıyor. Ve bunu, üstat Martin Scorsese ile birlikte yapıyor. Daha ne olsun?