Bir ressam ölmüş diyeler
Akademi yıllarında, arkadaşları, ona “Gauguin Adnan” adını takmışlar. Okullardaki bu tür ad takmalar o kişinin mutlaka bir yanını yansıtır. Bu Gauguin yakıştırması da Adnan’a yakışıyordu. O yabanıllığıyla. Ama o kadar. O, Gauguin’in hiçbir zaman olmadığı kadar saf biriydi. Dünyaya ve insanlara o saf gözlerle bakıyordu. Zaten onun tek bir dünyası vardı: Resim.
Ferit EdgüBiliyordum, bugün yarın, ölüm haberini alacağımı.
Yıllar var ki görmüyordum. Ne kendini, ne de resimlerini. Ola ki artık resim yapmıyordu. Yapamıyordu. Bir köşede, kendisiyle baş başa ölümü bekliyordu. Ölümden korktuğunu sanmıyorum. (Yaşamdan korkmayan ölümden neden korksun ki?)
Onun kadar, hayatının bir döneminde, yokluğa, yoksunluğa dayanmış, yaşamını ve yaratmayı, en zor koşullarda sürdürmeyi bilmiş ve içinde yaşadığı güç koşullardan bir gün olsun şikâyetçi olmamış birini tanımadım.
Sanırım, aramızda yirmi yaş kadar bir fark vardı. Ama bilen bilir, yazarlar çizerler arasında bu hiçbir şey demek değildir. İkimiz de aynı zaman ve coğrafyayı yaşıyorduk. Ama zamanın zaten yaşı yoktur.
1950’lerin İstanbul’unda, yeniyetme bir yazar adayı iken tanımıştım Varınca’yı. Akademi’de, bizim atölyedendi. Bedri Rahmi atölyesinden. Bizden önceki dönemden, Turan Erol’lerin, Orhan Peker’lerin, Nedim Günsür’lerin, Esirkuş’ların döneminden. Akademi’nin bir daha göremeyeceği bir dönemden. O yıllarda, Akademi’den her yıl, sanırım yüz kadar ressam diploma alırdı. Sonradan bunların büyük bir çoğunluğu, eğer Anadolu’nun bir kentinde bir ortaokul ya da lisede resim öğretmeni değillerse, İstanbul, Ankara ya da İzmir’de bir bankada memur olarak sürdürürlerdi yaşamlarını.
Adnan Varınca da, dönem arkadaşları Turan Erol, Nedim Günsür gibi öğretmenliği denedi. (Kaç ressam resimlerini satarak yaşamını sürdürebiliyordu ki?) Anadolu’nun, hangi ilinde, kaç yıl ya da kaç ay sürdürebildi bu uğraşı, bilmiyorum.
İnsan kardeşleriyle ilişki kurmada pek becerikli olmayan bu adam, sonunda İstanbul’a döndü.
Onu, 1956 ya da 1957’deki küçük sergisinde tanıdım. Demek, hemen hemen altmış yıl.
O sıralar, Vatan gazetesinin, pazar günleri yayımlanan Sanat Yaprağı’nda sanatçılarla yaptığım söyleşiler yayımlanıyordu.
Varınca ile bir söyleşi yapmadığımı anımsıyorum, ama başka bir dergide, gazetede (örneğin, sürekli yazdığım Pazar Postası’nda) onunla ilgili bir yazım yayımlandı mı? Kör bellek! Bunu da çıkaramıyorum.
Adnan Varınca ile aramızda, bir dostluğun diyemeyeceğim (çünkü pek bir ortak noktamız yoktu) ama, nasıl desem bilemiyorum, belki aynı dilden konuşan iki kişinin, bir yaban elde karşılaşıp, birbirlerinden çok uzağa düştüklerinde de, seslerini, varlıklarını, yazıp çizdiklerini, her an yanı başlarında duyması türünden derin bir ilişkiydi aramızda varolan.
1958’de, Paris’e gittiğimde, Adnan’ı orada buldum. Hem de sokak ortasında!
Saint Germaine Bulvarı’nda karşıma çıktı, elinde fotoğraf makinesiyle. İlk bakışta, elinde bir fotoğraf makinesiyle gülerek üstüme üstüme gelen bu kişiyi tanıyamadım. İyice yaklaştığında, bu sokak fotoğrafçısının Adnan Varınca olduğunu ayrımsayabildim. Paris’te yaşamak, Paris’in havasını soluyabilmek, bu kentte yaşayan yüz elli bin ressamdan biri olmak için, bulabildiği tek geçim kaynağı, kilisenin ya da Flore, Deux Magots kahvelerinin önünde, turistlerin fotoğrafını çekmekti.
Bir kahveye oturduk. Halinden hiç de şikâyetçi değildi. Yaptığı işle alay ediyordu.
Akademi yıllarında, arkadaşları, ona “Gauguin Adnan” adını takmışlar. Okullardaki bu tür ad takmalar o kişinin mutlaka bir yanını yansıtır. Bu Gauguin yakıştırması da Adnan’a yakışıyordu. O yabanıllığıyla. Ama o kadar. O, Gauguin’in hiçbir zaman olmadığı kadar saf biriydi. Dünyaya ve insanlara o saf gözlerle bakıyordu. Zaten onun tek bir dünyası vardı: Resim.
Bir gün bana, yüz yirmi yaşına kadar yaşarsa, gerçek resme ulaşabileceğini söylemişti, bir çocuğun “karnım acıktı” derkenki saflığıyla.
Yüz yirmi yıl yaşamayı olası görüyor, ama yaşlılığı hesaba katmıyordu. Düşünü bozmamak için, hiçbir şey söylemedim. Bilmem, belki şimdi öldükten sonra da, bir yirmi, yirmi beş yıl daha yaşayıp o uzakta görüp ulaşamadığı resmi gerçekleştirir. Bunu hak eden biriydi. Çünkü resmi, bir mutlak olarak görüyor ve her resmiyle, her bir çizgisiyle, her bir fırça dokunuşuyla o “mutlak”a varmaya çalışıyordu.
Bir patatesin, bir engürü armudunun, bir midyenin, bir uskumrunun, bir sakız ağacının, nasıl olup da gerçeği yansıtabildiğini değil, nasıl gerçeğin ta kendisi olabileceğini merak ediyorsanız, ne edip edip, Adnan Varınca’nın birkaç resmini görmek için çaba gösterin. Bu çabaya değer son bir-iki sanatçımızdan biriydi aramızdan ayrılan Adnan Varınca.