Bir odada yatan 20 kişi

Yaşar Kemal'in 18 Şubat 1960 tarihinde Cumhuriyet'te çıkan 'Neden Geliyorlar' röportajını yeniden yayımlıyoruz

cumhuriyet.com.tr

İstanbul İstanbul diye özendim Kuru mermerlere yattım uzandım Yedi yılda yarım akça kazandım Onu da elimden aldı İstanbul.. Hasan Hüseyinin işi iş değil, işi kötü... Hasan Hüseyin Divriliği.. Yarman gurbetçi Divriğliler. Eğinliler, Karadenizliler, Darendeliler gibi...

Hasan Hüseyinle Unkapanındaki Divriğliler kahvesinde tanıştım. Burada, İstanbulda her bölgenin bir yeri, bir kahvesi, bir toplanma mahalli var. Bozkırlıları ararsanız, hani şu Konyanın Bozkır ilçesi halkından burada sırtında sebze, meyve satanları, onları. Mercanda Haticenin kahvesinde bulursunuz. Eğinlileri falan yerde, Malatyalıları, Arapkirlileri, İzoli’leri, Bayburt dadaşlarını, Karslıları, Elâzığlıları, Dersimlileri.. Her birinin bir kahvesi bir semti var İstanbulda. Bu saydığım yerler eski gurbetçi... Hani şu belâlı, şu dertli, şu yedi yıl on yedi yıl bekleten gurbet türkülerinin çıktığı yerler. Tez gel ağa, diye avaz avaz bağıran yerler. Hasretten toprağın bile çat diye yarıldığı verimsiz topraklar.

Bugünlerde gayri hasretlik türküleri yakılmıyacak. gayrı sevgililer on yıl beklenmiyecek. “Gelenim yok, gidenim yok yanıma - Dağlar perde kurmuş aralarına.” denmeyecek. Çünkü efendim, şu gecekondu icat oldu olalı, herkes sevgilisini, çoluğunu çocuğunu kaptığı gibi, başını bir gecekonduya soktuğu gibi, ben İstanbulluyum, diyor. Bir daha da o ot bitmez topraklara yönünü dönüp de bakmıyor. Kiminle konuştumsa öyle bir kopmuş ki yurdundan, aklına bile getirmek istemiyor.

 

          

Hasan Hüseyinin daha niyeti yok. Daha epey zaman çoluk çocuğunu İstanbula getirmiyecek. Elinden gelse yönünü dönüp de İstanbula bir daha bakmıyacak. Ama köyde de hali hal değil. Ne yapsın Hasan Hüseyin.

Orta boylu, sarı bıyıklı.. Bıyıkları uzun, ağzını örtüyor. Belki yüzü de sarı Hasan Hüseyinin. Ama güneş o kadar yakmış yüzü, o kadar kırışık içindeki yüz, kararmış gitmiş.

Kahvede yırtık elbiseliler, perişan yüzlüler, yıkılmış gitmiş, yüzü gülmezler. Kahvedeki tek neşeli adam kahveci.. Ötekilerin boynu bükük..

-“Nerede yatarsınız?”

-“Sorma..”

-“Görebilir miyim?”

-“Gösteririm.”

Zaten görmüştüm. Bir sabahtı. Tahtakaledeydim. İnsanlar sırtlarında kendileri kadar yüklerin altında iki büklümdü. Karıncalar gibi. Denizden de ağır bir sabah kokusu geliyordu. Bir kahvenin yanındaki kapıdan girdim. Bir odanın kapısını açtı arkadaşım. Suratıma ağır, koyu, taş gibi bir hava çarptı. Yumruk yemiş gibi sendeledim. İçerde kir içinde, kapkara kesilmiş ranzalar... Kirli çarçaput yığını yataklar... Yatak oldukları belirsiz.. Ve kaşık gibi birbirinin içine girmiş yatan, yirmi beş, otuz kişi.. Oda şu kadarcık, oda avuç içi gibi.

 

Üç yüz liraya avuçiçi kadar bir oda

Hasan Hüseyin de yattıkları yeri gösterdi. Beterin beteri...

-“Ayda on beş lira veririz.”

-“Kaç kişi yatarsınız?”

-“Yirmi kişi.” Avuç içi kadar bir oda üç yüz liraya..

-“Ne iş görürsün Hasan Hüseyin?”

-“Belli bir işim yok. İnşaattan tut da hamallığa kadar her bir işi..”

Hasan Hüseyinin üstü başı perperişan.

-“Eve ne kadar para gönderiyorsun?”

-“Hiç.”

-“Kaç yıldır gelir, kaç ay kalırsın?”

-“On yıldır gelirim. Her yıl sekiz ay kalırım.”

-“Elbet bir şey kazanıyorsun ki, bu gurbeti çekiyorsun.”

-“Şimdiye kadar iyiydi.. İş vardı, para da kazanıyordum. Şimdi İstanbul adamla dolu. Adam almıyor İstanbul. Ağzına kadar dolu. Gelmeyelim desen o da olmuyor. Aç kalsak da, sürünsek de gene de tek umut kapısı İstanbul. Belki bir gün bir iş bulunur. Bekliyorum. Evde de çocukların hali perişan. Geleli tam dört ay oldu, bir kuruş gönderemedim eve. Perperişan, aç sefil, bir kuruşsuz, ekmeksiz aşsız koyup gelmiştim. Benim oğlan boyuna mektuplar yazıyor. Her bir lafı yağlı kurşundan da beter... Bu dört aydır birkaç kuruş kazanıp da köye göndereyim, diye neler yapmadım. Ne işlere girmedim. Bir türlü kazanamadım. Arkadaşlardan isteyelim, dedim, baş vurmadığım gurbetçi kalmadı. Kimsede para yok ki.. Gurbet çok zor. Ölümden de beter ya.. Başka çaremiz de yok.. Öleceğiz, aç kalacağız, sürüneceğiz ya.. Mümkünü yok, gurbete de düşeceğiz. Ben de, parayı bulamayınca çocuklara bir mektup gönderdim, gönderdim ki dokunaklı, buradaki halimizi anlattım. Bilsinler ki İstanbul’da biz Cennette yaşamıyoruz.”

Masamızdaki, söze karışmayan biri:

-“Bilin ki Cennette yaşamıyoruz,” diye pekiştirdi.

On iki yaşlarında bir çocuk vardı ötede. Arkasını kahvenin insanlarına dönmüş, başını direğe dayamış uyukluyordu. Yüzü kıpkırmızıydı. Uzun, kara, yağlı saçları alnını, gözlerini örtmüştü. Sırtında liyme liyme bir ceket vardı. İnanılmayacak kadar yırtıktı üstü başı.

-“Bak,” dedi birisi, “bakın şu çocuğun haline. Köyünde olsa anası bunu yün yataklara yatırmağa kıyar mıydı? Kimbilir ne kadar uykusuz kalmış fıkara. Kimbilir kaç gündür de artar.. Anacığı bunu öpmeye kıyar mıydı? Kimbilir, belki de hasta babasına bir kutu ilâç parası için gurbetlere düşmüştür bu yaşında?”

Konuşmak macerasını öğrenmek için çocuğu uyandırmağa çalıştım. Bir türlü uyanmıyor.. Kahvedekilerin de gayretiyle uyandırdık ama konuşmuyor, yüzü yerde, müthiş bir utangaçlık içinde.. Kimsenin yüzüne bakamıyor. Yüzü kıpkırmızı, gözleri, kocaman, kara gözleri dopdolu, dokunsan boşanacak. Zorladık zorladık, yalnız Dersimin bir köyünden olduğunu öğrenebildik.

 

Burada bite gurbet kuşu diyorlar

“Ben öpmeye kıyamazdım Belemişler kızıl kana.”

Gurbet senin öpmeye kıyamadığını dinler mi anacığım, çaresizim, eli kolu bağlım. Gel gör ki, senin oğlunu canını, ciğerpâreni gurbet ne hâle getirmiş? Boynundan da kocaman bir bit gidiyordu.

Burada bite gurbet kuşu diyorlar. Senin oğlun gibi gurbetçilere de “gurbet kuşları..”

Unkapanı, Dolapdere, Feriköyün arkası, alanlar alanlar, gurbetçi dolu hanlar. Sokaklar, caddeler.

Sarışın, esmer gün görmüş. Anadolu adamları... Bir lokma ekmek için... Kahvelerin, hanların, yatakhanelerin kurşun gibi değen, çarpan kokulu ağır havası.. Veremler, hastalıklar. Onulmaz yaramız.

Ve tez gel ağam, tez gel... Ne pahasına olursa olsun, gel. Bir kuruşun bile yoksa cebinde, çabuk ol!

Ala karlı dağlarımıza boz ardıçlı yaylamıza çabuk gel!

 

18 ŞUBAT 1960

YARIN: TEPEDEN DEREYE İNİP TEKRAR TEPEYE ÇIKARILAN TARLALAR