Bir namlı obur
Bir namlı obur
Artun ÜnsalGünümüzde “beleşçi”, “ asalak” ya da “ yancı” diyorlar galiba, başkasının kesesinden, sigara paketinden ya da sofrasından geçinmeyi alışkanlık haline getirenlere. Eskilerde radyodan, telefon aletinden çıkan cızırtı, günümüzde ise daha çok asalak anlamında kullanılan “parazit” sözcüğünün kökenine gidersek, Eski Yunanca’dan kaynaklandığını görüyoruz. Antik dönem Atina’sında parasitos, zengin bir kişinin sofrasına “ kadrolu” girmeyi başaran, ev sahibi ve konuklarını eğlendirmesi karşılığı bedava yiyip içen insanları tanımlıyordu. Yunanca para “yanında” , sitos ise “yiyecek” anlamına geldiğinden, sofradaki nefis yiyeceklerin başına fütursuzca çöken ve tabir caiz ise “hakkını veren” asalaklardı söz konusu olan.
Batı dillerinde 17. Yüzyıldan itibaren parazit sözcüğü bu kez biyolojide, “ ev sahibi” tabir edilen bir hayvansal ya da bitkisel organizmaya yapışan ve ondan beslenen, biraz zarar verse de onu öldürmeyen örneğin, barsak kurdu, tenya ya da mantar, bakteri gibi çeşitli organizmaları tanımlamak için kullanılacaktı. Teşbihte hata olmaz, bu organizmalar da birer asalaktı.
Şimdilerde de, dünyanın her yerinde zengin sofralarına “meze olup” etrafı güldüren, bunun karşılığında bir güzel “ beslenen” kişiler hâlâ bulunuyor. Dahası, ister New York, Londra , Paris, ister İstanbul’da, davetli olmadıkları toplantılara , balolara, düğünlere, ürün lansman kokteylerine ya da ramazan ziyafetlerine, bir yolunu bulup “ sızan” ve soluğu zengin büfede alan yarı-zamanlı “profesyonel” parazitlerin varlığı da bir gerçek.
Hem asalak hem de obur, işte en kötüsü bu olsa gerek. Hazır, bu tür parazitlerden söz ederken, üstâd Midhat Sertoğlu’nun İstanbul Sohbetleri ‘nde değindiği, XIX. Yüzyılın sonlarına doğru İstanbul’un “en namlı” oburları arasında ismi geçen telgrafçı Küçük Recai Bey’in sık uğradığı bir konağın sahibiyle sohbeti hemen aklıma geliyor. Cömert beyefendi sorar: “- Recaî, sen bugün öğle yemeği yedin mi?- Sayenizde az evvel aşağıda yedim efendimiz. - Peki, neler yedin? Say bakalım. ”
Recai’nin yediklerinin miktarı bir yana, o dönem İstanbul mutfağının en değerli yiyecekleri konusunda da bizi aydınlatacağı kesindir: “ - Evvelâ şöyle iştiha açar diye bir iki tabak çorba. Sonra yoğurtlusundan, şişinden, tandırlısından bir kebapçık. Efendimizin ağızlarına lâyık bir patlıcan dolması yapmışlar ki sormayın... Bendeniz soluğu on ikincide aldım. Ya o ekşili bamya, ya o parça kuzu etli sultanî bezelye, o zeytinyağlı bakla... Derken iş [...] iç pilâva gelip dayandı. Ver eyledim kaşığı, ver eyledim kaşığı... Artık kendimden geçmişim efendimiz. Ne yaptığımı, ne ettiğimi, kaç tabak göçürdüğümü hatırlamıyorum. Âdeta rüyada gibiydim. Tabiî baklavadan evvel muhallebinin hatırını sorduk. Aşçıbaşı köleniz pek sevdiğimi bildiği için elmasiyeden evvel ayırdığı sarığı burmayı getirdi. Elmasiyeden sonra...Derken efendiyi hafakanlar basar ve: - Sus, sus...Allah müstahakını versin ! diye bağırırdı. Halbuki yemek lafı helecanından arada o nefis kıymalı tereyağlı su böreğini atlamış bulunurdum...”
Obur Recai Bey’in telegrafının tellerine takılan yemek nağmeleri böyle. Bilmem, artık mobil telefon devriminin yaşandığı günümüzde yeni Recai Beyler de icra-ı sanat ediyorlar mı ? Siz yine de sofra güzelliklerine itidal ve izzet-i nefsinizi koruyarak yaklaşmayı; hepsinden önemlisi, kendi sofranızı asalak oburlarla değil, muhtaç gariplerle de bir biçimde paylaşmayı sürdürün.