Bir mühtedîye şeyhülislam mektubu
Osmanlı Şeyhülislamı Hasan Hayrullah Efendi’nin Müslüman olmuş bir Alman’a mektubu, dünden bugüne fetva söyleminin nereden nereye geldiği üzerine düşündürücü ipuçları sunuyor
Cemal DemircioğluOndokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde dinini değiştirerek İslamiyeti kabul etmiş bir Alman mühtedî, 4 Eylül 1876 tarihinde dönemin Şeyhülislamı Hasan Hayrullah Efendi’ye bir mektup gönderdi. Şeyhülislam da mühtedîye cevabî bir mektup yazdı. Mektubu kaleme alan Hasan Hayrullah Efendi, 1874-1877 yılları arasında Osmanlı Devleti’nde iki kez şeyhülislamlık yapmış ve (onun üzerine çalışmış İbrahim Akkurt’un deyimiyle) fetvalarıyla “iki padişahı tahtından indiren” (Sultan Abdülaziz ve V. Murat) bir Osmanlı bürokratı
Şeyhülislamın mektubunun dikkat çeken yönü, bunun Mekteb-i Mülkiye mezunlarından İbrahim Fehim ve İsmail Hakkı’nın birlikte hazırladıkları Müntehabat-ı Teracim-i Meşahir (Meşhur Tercümeler Seçkisi) isimli bir çeviri eserde, “Suret-i Mektub-ı Fetvapenahi” başlığı altında ve Osmanlı Türkçesinden Fransızcaya çevirisiyle birlikte yer alıyor olması.Çevirmen adı açıkça belirtilmemekle birlikte, çeviri muhtemelen İbrahim Fehim ve İsmail Hakkı’ya ait.
Diyalog yanlısı bir şeyhülislam
Mektup belli ki “imparatorluğun en uzun yüzyılı”nın son çeyreğinde, Osmanlı ile Batı arasındaki diyaloğun gelişmesine katkı sağlamak ve İslam hakkında Batı’da bilinen kimi yanlış bilgilerin düzeltilmesine vesile olmak üzere kaleme alınmış. “Doğru”yu sunma isteği ve bir “diyalog” talebi, Şeyhülislamın kişiliğiyle de uyumlu görünüyor. Hasan Hayrullah Efendi, Batı’yla diyalogu önemseyen, zamanında Fransa Kilisesi’nin ruhani temsilcilerini ziyaret ederek Osmanlı’da “tolerans” dönemini başlattığı düşünülen bir şeyhülislam. Mektubun bir çeviri seçkisinde ve Fransızca çevirisiyle birlikte yayımlanmasının da bu “diyalog” meselesiyle ilişkisi olsa gerek.
Mektupta karşımıza İslam kelamı ve felsefesini inceleyerek İslam’ın bir “hak din” olduğunu kabul eden ve Şeyhülislamlık makamından bir Müslüman olarak kabul edilmesi ricasında bulunan bir Alman mühtedî çıkıyor. İlginç görünen, mühtedînin İslam dinini, kendisinin terk ettiği dinin kurumsal yapısı ve pratiği içinden algılaması ve şeyhülislamlık makamını da onay alınacak bir ruhban sınıfı olarak düşünmesi.
Belki bu durum, mektupta işaret edilen Avrupa’nın “cehl” olma durumuna işaret ediyor olabilir! Ancak aynı zamanda dinî pratiklerin, uhrevî öğretilerinin ötesinde birer sosyal pratik olarak yaşandıklarının bir göstergesi de olabilir. Dinî algı, yorum ve ibadet pratiklerimizi, şüphesiz o dinin toplumsal örgütlenme biçimleri etkiliyor ve belirliyor. Ülkemizde bugün, Diyanet İşleri Başkanlığı ile Anadolu coğrafyasının zenginliğini oluşturan diğer dinî pratikler arasındaki “meşruiyet” tartışmaları da bu tür bir zeminle ilişkili olsa gerek.
‘Bizim borcumuz, nasihat etmek’
Bu bağlamda, mektubun açılışında Şeyhülislamın, İslamdaki aracısızlığa değinmek ihtiyacı duyması ve “Bizim borcumuz ancak halka nasihat etmek ve bilmedikleri şeyi öğretmektir” diyerek, ulemanın sadece nasihat ve bilinmeyeni öğretmekle yükümlü kimseler olduğunu dile getirmesi manidar. Hasan Hayrullah Efendi’nin, özellikle İslam’da ruhbaniyet sınıfının olmamasının altını çizmesi ve mühtedîlerin Müslüman olmak için izin veya onay almalarına gerek olmadığını vurgulaması, İslam’ın kurumsal yapısı açısından önemli olduğu kadar, ulemanın toplum ve örgütlenme biçimleriyle ilişkisi açısından da önemli. Seçkinin hazırlayıcıları gibi, Şeyhülislam da Osmanlı topraklarında seyahat eden Avrupalıların çoğunun İslamiyet’i ruhban sınıfına sahip bir din gibi algıladıklarını, ulemayı papaz veya piskoposlarla kıyasladıklarını hatırlatıyor ve eleştiriyor.
Ancak, Şeyhülislamın söyleminde en dikkat çeken nokta, ulemanın insanlara bilmediklerini öğretirken, İslami ilimlerin bilgi birikiminden özellikle de adaletten ayrılmayarak bu öğretimi gerçekleştiren kimseler olduğunu vurgulaması. Tabii, burada Şeyhülislamın, bir mühtedînin mektubunu önemseyerek, ona cevap vermesi de yine dikkat çeken noktalardan...
‘Dinde baskı, yasaktır!’
Bugün bu durumun ne minvalde olduğunu, bu tür soruların önemsenerek diyalog zemininde yanıtlanıp yanıtlanmadığını bilmiyorum. Ancak, bu mektuptan yaklaşık 130 sene sonra, özellikle El-Kaide, IŞİD gibi İslami referansları olan oluşumların gölgesinde, “ulema”, “adalet”, “tebliğ”, “cihat” gibi pek çok İslami olgunun, hayatla ilişkisinin ve pratiklerinin yeniden sorgulanması önemli görünüyor. Aynı doğrultuda gerek İslam-içi gerekse dışındaki toplumlarla “diyalog” zemininde İslam’ın günümüz yaşantı ve geleneklerine ne şekilde “ek”leneceği meselesini tüm İslam dünyasının yeniden düşünmesi ve kurgulaması da gerekli belki. Bu bağlamda, Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi’nin basit ve sıradan görülebilecek şu ifadesi, önemini bugünün konjonktüründe hâlâ koruyor: “İşte bunun için bir adama müslüman olmak için cebr etmek bizce memnu’dur”; yani, bir insana Müslüman olması için baskı yapmak, yasaktır...
Hz. Ali’nin Miğfer Davası
Mektubun söyleminde, “adalet” kavramının çokça vurgulanması ve büyük bir “ibadet” olarak öne çıkarılması, İslam’ın belki o gün Batı nezdinde ama bugün artık global düzeyde temsili açısından hâlâ manidar ve bu noktada Şeyhülislamın mühtedîye, Hz. Ali ile bir Yahudi arasında geçen “miğfer davası”nı örnek olarak sunmasını da atlamamak gerekiyor. Bu örneğin ayrıntısına burada giremesek de şunun altını çizelim: Miğfer davası, İslam paradigması içinde adalet ve onun dağıtıcısı “kadı” karşısında, makam ve otoritenin başını eğdiği, gücünün işlemediği bir durumun ve bir inanç pratiğinin varlığını hatırlatıyor. Şeyhülislamın söyleminde (teoride ifade edilse bile) bu durum, adalet sistemi, güç ve otorite ile dini inanç ve pratikler arasında günümüzde İslam dünyası içinde bozulan dengelerin ne oranda İslam anlayışıyla bağdaştığını ve İslam’ın siyasetin gölgesinde kaldıkça giderek yozlaştığını yeniden düşünmeye sevk ediyor.
Bir toplumsal pratik olarak din olgusunun günümüzde yaşanma pratiklerinin insan hak ve özgürlükleri bağlamında şiddet, cebir ve siyasetten uzak, “diyalog” zemininde yeniden şekillendirilmeye ihtiyaç duyduğunu gündeme getiriyor.,
Nihayet bu durum, İslam’ın şiddet ve cebire yol açan her türlü yorumunun uzağında durulup, onun modern/postmodern dünyada bir toplumsal pratik olarak nasıl yer bulacağının düşünülmesi anlamına da geliyor.
(Dr. Cemal Demircioğlu, Okan Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi)