Bir Kurum ve Bir İnsan Öyküsü
cumhuriyet.com.trBir zamanlar bu ülkede bir kurum vardı; bozkırın ve insanının gereksinimlerinden doğan bir eğitim kurumu: Köy Enstitüleri. Ülkenin çocukları oraya gider, elinden her şey gelen “köylü” olabilmeyi amaçlar; elektrik santralı, sulama kanalı, tarım deposu, balıkhane, yol, ambar, depo, ahır, samanlık inşa ederlerken, köylerini yeniden planlamayı, kentler kurmayı, dünyayla bütünleşmeyi hayal ederlerdi.
Bugünkü ortaeğitimden kısa sürede eğitim alan bu çocuklar, Sofokles’in Kral Oidipus’unu, Gogol’ün Kibarlık Budalası’nı veya Shakespeare’in Bir Yaz Gecesi Rüyası’nı okuyup sahneye koyacak kadar bilgi sahibiydiler. Onlar Âşık Veysel’den saz çalmasını öğreniyor, mandolin, keman, piyano çalabiliyorlardı. Dün veya bugün orta eğitimdeki hangi çocuğumuz Âşık Veysel’in türküleriyle kucaklaşabilmekte veya Mozart’ın Allegretto Alla Turca’sını öğrenerek mezun olabilmektedir? Ya da Anton Çehov ve onun kahramanlarını biliyorlardır? Ya Aziz Nesin’in “Azizlikler”ini? Genco Erkal, son oyununda bu azizliklerden yola çıkıp soruyor: “Nereye Gidiyoruz?”
İşte, Köy Enstitülerinden mezun bu öğrenciler, birebir öğrendiklerini çevre ilçe ve köylere yaymak üzere yola çıkıyorlardı ki, durduruldular; hep olduğu gibi, birilerini korkutmuşlardı.
Bu okullardan yetişecek köy çocuklarının bugünün soran ve sorgulayan yurttaşları olma olasılığı onları korkutuyordu; nasıl yapsak da bu öğretmen okullarını kapattırsak diye planlarını yeniden yeniden gözden geçirip, senaryolarını ortaya koyacak zamanları kolluyorlardı. Yalanlarla saldırdılar: Komünist, kâfir, fuhuş yuvaları olduklarını söylediler; 14 yıl sonra 1954’te bu eğitim kurumlarının sonunu getirttiler. Bugün bu ülkede bir genç var; virtüöz ve besteci. Bir milyon dinleyicisi var; Fikret’i, Yunus Emre’yi, Nâzım’ı okumuş bir genç; ülkesini, insanını, onun değerlerini, tüm dünyaya bu ülkenin evladı olmaktan duyduğu kıvanç ve onurla, parmaklarının ucundan bir çiselticesine yağdırıyor. Dünya ülkelerinin çoğu bu çiselti serinliğinden aldıkları tatla onu ülkelerine davet etmekte birbirleriyle yarışıyor. Ne onur! Onu, 20 bin kişi alkışlıyor. Ne kıvanç verici! Ülkesini, insanını, doğduğu coğrafyayı anlatan oratoryolar, senfoniler, konçertolar, bale müzikleri, film müzikleri ile ülkesini, insanını, doğduğu coğrafyayı dünyaya taşıyor; Fazıl Say, bir Mozart ve diğer dünya bestecileri gibi algı yaratıp alnımızı parlatıyor! Sanatçılar çocuk yüreklerini kaybetmemiş insanlardır. Sevdiklerini tutkuyla severler. O ülkesini aynen böyle sevmekte. Cumhuriyeti ve onun kuruluş sancılarını yüreğinde muhafaza ederken besteliyor, besteliyor... Orada tutkulu bir aşk var; içten mi içten bir yurt sevdası! Bugün çoğu gencin umurunda olmayan! Ama o birileri yine boş durmuyor; dün Köy Enstitülerini anlamak istemeyen bu insanlar, yine ne yapsak ne etsek de bu kez onu nasıl durdursak, diye bir köşede ellerini ovuştururken; sanat hakkındaki düşüncelerinden, onların Doğu’ya, Güneydoğu’ya taşınmasından, bir sonraki kuşağı klasik müzik dinleyicisi yapabilmek için verdiği konser partilerinden veya Türkiye ve Osmanlı’nın “özel” olduğundan söz eden belki onlarca yazı, yüzlerce e-mailinden birini bulup onu “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve dini değerlere hakaret etti” diye şikâyet ediyorlar. Hep yaptıkları gibi, onun, farklı görüş ve inançtaki kişilerin birbirlerine karşı hislerinin değişmesine ve kamplaşmaya sebep olmaktan cezalandırılmasını istiyorlar. Bilmiyorlar ki o, Türkiye’nin son yüz yılda Köy Enstitülerinden sonra başına gelen en güzel şeydir.
Ama onlar o gün Köy Enstitülerini bilmemişlerdi, bugün ise onu! Zaten hiç bilmek istemediler!..