Bir küreselleşme projesi olarak Göçen dünya düzeni-2

Türk doktorun yerine İranlı doktor, Türk öğretmenin yerine Suriyeli öğretmen, Türk kuryenin yerine Afgan kurye istihdam ederek yerel emekçilere ‘küresel’ hadleri bildiriliyor!

Mine G. Kırıkkanat

Küreselleşme, ekonomide rekabete dayalı serbest piyasa sistemi kapitalizmin evrenselleşmesi demek. Evrensel ekonomi, yani küresel kapitalizmin, ekmek teknesi olan insanlığı da elbette dünya ölçeğinde kendi dinamiklerine göre yapılandırmaya ihtiyacı var. Küreselciliğin toplumsal tasarımı diyebileceğimiz bu yapılandırmayı, liberal ideologlar üstleniyor.

1970’lerden beri hızlanan küreselleşme sürecinde sermaye piyasası için gerekli sınırsız ve serbest akışkanlık, dünya çapında büyük ölçüde sağlandı. Ancak bu serbestlik, emek piyasası için geçerli olamadı. 

Oysa gerçek bir küreselleşmenin sağlanması için hem sermayenin, hem emeğin dolaşımı serbest olmalıydı. Yoksa herkesin herkese bağımlı olduğu ekonomik akışkanlık sürdürülemez, dolayısıyla kapitalist düzenin egemen dilinde “globalization” denilen küreselleşmenin sürekliliği de sağlanamazdı. Bu süreklilik kesildiği takdirde, parçalı ekonomiye geriye dönüş yaşanabilir, yani ülkelerin kendi yağlarıyla kavrulma çabası, ithalata vergi sınırları koyan ve yerel üretime yatırım yapan ulusal ekonomi politikaları yeniden dirilirdi.

Küreselleşmenin idelolojisi liberalizm, önce güzellik, şimdi ise (bence) zorla kabul ettirilen yeni dünya düzeninin sosyolojik boyutunu elbette ekonomide olduğu gibi serbest rekabet üzerine kurdu. 

EMEKÇİYİ EMEKÇİYE KIRDIRMAK

Madem özelinde ulusal, genelinde tüm devletlerin onca arzulanan ölümü ve sınırsız bir dünya henüz başarılamamıştı, küreselleşen sermayenin olmazsa olmazı emeğin serbest dolaşımı, belki şans eseri, belki de bilerek isteyerek 2001’den beri çıkarılan savaşların sonucu kitlesel göçlerle sağlanacaktı. Nitekim sağlanıyor. 

Ucuzun pahalının yerini aldığı serbest rekabetin regüle ettiği emek pazarında, örneğin yaptığı işe yüksek ücret isteyen Alman işçi, aynı işi çok daha düşük ücrete yapan Pakistanlı işçi tarafından terbiye ediliyor. Türk doktorun yerine İranlı doktor, Türk öğretmenin yerine Suriyeli öğretmen, Türk kuryenin yerine Afgan kurye vb. istihdam edilerek yerel emekçilere “küresel” hadleri bildiriliyor!

Neo Con* tanımıyla bilinen “sosyal liberal” ideologlar, küresel sosyoloji tasarımlarını hiç gizlemediler: Dünyadaki yoksul ve zengin ülkeler arasındaki uçurum, elbette ki yoksulların küresel pastadan alacağı dilimi büyütmek, zenginlerin dilimini de küçültmekten geçiyordu. Bu da tıpkı dijital iletişim ve sermaye akışkanlığında olduğu gibi ve zaten bu iki faktörün doğal bir devamı olarak emeğin serbest dolaşımı, yani ucuz işgücünün pahalı işgücüne rakip olarak küresel piyasaya sokulmasıyla mümkündü. 

(*ABD’de sosyal demokratları temsil eden Demokrat Parti’li görünmelerine karşın Cumhuriyetçi Parti’nin görüşlerini benimseyip savunan sosyal liberallere Neo Con deniyor.)   

KÜRESEL SİLAHŞORUN GÖÇMEN SİLAHI

Başka bir deyişle, evrensel kapitalizmin öngördüğü daha dengeli eşitlikte küresel dünya düzeni için insanların yer değiştirmesine, yaşlı ülkelerin gençleştirilmesine; serbest rekabete dayalı piyasa ekonomisini canlandırmak için de göçmenlere, sığınmacılara ihtiyaç vardı. 

Göç zaten vardı, ama SSCB’nin dağılmasından sonra kapitalizmin dünya egemenliğini pekiştirecek küreselleşme aciliyeti artmıştı. Sınırsız ticarete açılan, ama siyasal coğrafya ve din, dil, ulusal kimlik gibi kültürel sınırları hâlâ var, epeyce de dar ülkeler; toplumsal alanda küresel açılıma tüm tarihte olduğu gibi ancak kitlesel göçlerle zorlanabilirdi. 

2001’den sonra çıkan savaşlar, tam da bu işe yaradı. Bir bölümü savaşlardan, ama çoğu yoksulluktan kaçan ya da daha iyi bir yaşam umuduyla Doğu’dan Batı’ya, Güney’den Kuzey’e göçen milyonlarca sığınmacı yaratarak küreselleşme projesine hız kazandırdı.

Kelly M. Greenhill, “Bir Savaş Silahı Olarak Stratejik Göç Mühendisliği” başlıklı kitabında, “Stratejik göç mühendisliği deyimi, devletler ya da dış aktörler tarafından belli bir bölgede yaşayan nüfusun güçlendirilmesi, zayıflatılması ya da kapsamının değiştirilmesini sağlayan araçlarla, askeri ya da siyasal amaçlar dahilinde kasten yaratılmış iç ve dış göçleri ifade eder. Mühendislik eseri göçleri yaratan araçlar, kazanç vaadinden finansal teşviklere, hatta kapalı olan sınırların açılıp basitçe geçişin kolaylaştırılmasına uzanan geniş bir skalaya yayılır**” diyor. 

İşte bu noktada durup sormak isterim: Bu savaşlardaki göç mühendisliğinin kapitalizmin küreselleşmesine hizmet ediyor olması, gerçekten raslantı mıdır? 

(**Alıntı: Prof. Dr. Ümit Özdağ’ın Stratejik Göç Mühendisliği kitabı sayfa 34 / Kripto Yayınevi, 2020) 

AHMET YAVUZ *

TÜRKİYE’YE GÖÇ VE DOĞURDUKLARI

Napolyon’un “Coğrafya kaderdir” ifadesi belki de en çok Anadolu coğrafyasında kendini doğrulatır. Savaşta ve barışta bunun yansımalarını görürüz. 

Yöneticilerinin akıllılığı ve tedbirliliği sayesinde Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’na sahne olmasa da hemen her karış toprağı Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkisiyle kanla sulanmıştı. Bu yetmemiş, emperyalist işgal sonucu ek olarak üç yıl süren Kurtuluş Savaşı’nda, çok geniş kitlelerin acısını bağrında barındırmıştı. Savaşın öncesinde ve sonrasında yaşananlar Anadolu’nun göçlerden en çok etkilenen coğrafya parçası olduğuna işaret etmektedir. 

Bu gelişme, dünyada meydana gelen büyük olaylardan bağımsız değildir. İki kutuplu dünya düzeninin ortadan kalktığı 90’lı yılların başından itibaren bütün çatışma alanlarının ortasında kalan tek ülke Türkiye olmuştur. 

Öncesinde Bulgaristan Türklerinin yaşadıkları ve Türkiye’ye göçle biten olaylar; devamında Yugoslavya’nın parçalanması, Balkanlar’ı adeta bir ateş topuna döndürmüştü. Gelişmeler Türkiye’yi doğrudan etkilemiştir. 

Ardından ateş topu Kafkaslar ve Ortadoğu’ya sıçramış/sıçratılmıştır. Halen bu bölgelerde yaşanan çatışmalar Türkiye’yi ateş çemberi içinde bırakmıştır. Türkiye gelişmelerden olumsuz olarak etkilenmeye devam etmektedir.

Bütün bu gelişmeler, ABD’nin dünya hâkimiyeti arayışının bölgeye izdüşümüyle bağlantılı olmuştur.

Olivier Roy, “Kayıp Şark’ın Peşinde” isimli kitabında,1970’lerde otostop yaparak İstanbul’dan Afganistan’a gidişlerini anlatır. Bugün aynı coğrafyada bırakalım Türkiye’nin dışını, içindeki bazı bölgelerde seyahat etmenin zorlukları maalesef baş ağrıtır. O halde soru şudur: 1970’lerden günümüze değişen nedir?

Arka planda, değişen dünya düzenini ve bu düzeni değiştirme gayretlerini görmek mümkündür: ABD’nin Yeşil Kuşak projesi ve Sovyetler’in çökmesinden itibaren “Ilımlı İslam” arayışını ideolojik arka plan olarak; önyüzde de ABD’nin Afganistan, Irak müdahalelerini saymak mümkündür. 

MEZHEPLERE GÖRE BOĞAZLAŞMA AMACI

Bunları 2011’den itibaren Libya ve Suriye izledi. Arap Baharı adı altında demokrasi arayışı olarak topluma sunulan bu projenin arkasında Büyük Ortadoğu Projesi vardı. Amacı mevcut devlet yapılarını değiştirmekti. Etnik ve mezheplere göre boğazlaşmayı amaçladı. Başarılı da oldu. AKP iktidarı da özellikle Suriye’de bu berbat politikaya alet oldu. Her şeyi dış dinamiklerle açıklamayı doğru bulmam. 

İç ve dış dinamikler paralel kılınmadan yaşanması gereken yaşanamaz. Ancak dış dinamiği kavramayan iç dinamik, kullanılmaya çok elverişli bir yapıdır. Bunu dikkate almak durumundayız. Bazen dış dinamik başta rol oynayabilir. Bu olaylar bize böyle bir çıkarımda bulunma hakkı vermektedir.

Ülkenin çevresinde yaşananlar, günümüzde Türkiye’yi en çok sığınmacı barındıran ülke haline getirdi. 16 Eylül 2019 itibariyle ülkede yaşayan Suriyeli sığınmacı sayısı 3 milyon 618 bindir. Göçün başladığı 2011’den günümüze kadar vatandaşlık verilen sığınmacı sayısı tam olarak bilinmemektedir. Suriyeli yanında çok sayıda Afgan ve Iraklı da sığınmacı sıralamasında yer almaktadır. Bunların sayısı resmiyete yansımamıştır. Tam olarak sayı bilinmemektedir. Ancak ülke nüfusunun yüzde 10’una yakın bir mevcuttan bahsedilmektedir.

Maalesef gelenlerin arkasının kesileceğine dair hiçbir umut yoktur. Çünkü çevre ülkelerin özellikle Suriye ve Irak’ın istikrara kavuşması pek mümkün görünmemekte; ülkeyi yönetenler de mevcut duruma önlem almak yerine halden memnun görünmektedir.

SIĞINMACI KABUL SEVDASI

İşte bu umut yoksunluğu ülkenin başını uzun süre ağrıtacağa benzer. 

Önümüzdeki dönem, başta güvenlik olmak üzere ekonomik, nüfus, sosyo-kültürel ve sağlık boyutları öne çıkan bir karmaşık bir sorunla karşı karşıya kalacağız. Sarmal giderek büyüyecek...

Bütün bunlardan daha önemlisi, meselenin ülke kimliği üzerinde yapması muhtemel etkidir. Tahripkâr yanıdır. İnsan sormadan edemiyor: Bölgeyi karıştıranların bilerek yaptığından kuşku duyulmayan bu soruna içeriden verilen katkı niye?

Bunun da cevabını açılım döneminde arayışına girişilen “yeni kimlik”te aramalıyız? Bir süre sonra vatandaş olarak siyasi bir kimlik olan ve üniter yapıyı temsil eden Türk kimliği yerine “Türkiyeli” kimliğini ya da dini aidiyete göre ayrıştırılmış bir kimliği kabule zorlanabiliriz.

Dolayısıyla adeta gönüllü olunan bu sığınmacı kabul sevdasının ülkeye çok pahalıya mal olacağını not olarak düşelim.

Bir başka kaygı konusunu da mezhepsel temelli olarak başlatılan bu göçün, coğrafi olarak Suriye’ye yakın bölgelerde yoğunlaşması, sorunun gelecekte sığınmacılar arasında etnik temelli bir kimlik arayışına dönüşme olasılığıdır. Sınırın öte tarafında gelişmesi muhtemel yeni kimliğin içeride yaratacağı rüzgâr nelere mal olabilir? Tahayyülü size bırakıyorum.

Coğrafya kaderdir ancak kaderi yöneten de devlet adamlarıdır. Akıllısı ipleri kendi eline alır, akılsızı Tanrı’nın yaratıcılığına havale eder. Vatandaşın bahtına düşen de ya kader ya da hem kader hem de keder olur...

*Yazar/ Vesayet Savaşları, Asker ve Siyaset, En Uzun Gece

YARIN:  l Evrensel kapitalizmin kitlesel göç yönetimi: Güçlü olan kazansın  l Kontrollü ‘Medeniyetler Çatışması’na özel söylem  l Ezgi İrgil:  Göçler, eşitsizlikler  l Sığınmacı profilleri