Bir küreselleşme projesi olarak Göçen dünya düzeni-1
Takvimlerin 2000 tarihini göstermesine henüz yirmiş beş yıl vardı. Fransız düşünür ve devlet adamı André Malraux, yaklaşmakta olan yeni yüzyıl hakkında ilk kehaneti savurdu: “21. yüzyıl dinsel olacak ya da olmayacak.” Sonradan dinsel demedim, manevi dedim dese de aynı kapıya çıkıyordu...
Mine G. Kırıkkanatİkinci kehanet, Harvard Üniversitesi profesörü Samuel Huntington’un 1993’te ABD’nin dış ilişkilerine odaklı dergisi Foreign Affairs’te yayımlanan “Uygarlıklar Çatışması ve Yeni Dünya Düzeni” başlıklı makalesiyle geldi. Genişletilmiş baskısı 1996’da kitap olarak yayımlanan ve hemen tüm dillere çevrilen tezi, düşünce dünyasını alev alev sardı.
Meramlarını elli, yüz sözcükle anlatanların tabii ki haberi bile olmadı. Ama üç bin sözcükten daha fazlasıyla konuştukları için düşünüp yazabilen insanlar, diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de kehanetin yandaşları ve karşıtları olarak ikiye ayrıldı.
Huntington, kitabında Türkiye’ye ilişkin laik cumhuriyetçilerin (ve tabii benim de) hiç hoşuna gitmeyen bir analiz yapıyor ve 1996’da öngöremeyeceği AKP iktidarına, Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde bire bir benimseyip uygulayacağı bir yol haritası sunuyordu.
Bir anlamda, ülkemizin bugün içinde debelendiği kimlik çöküntüsü ve maddi, manevi iflastan, siyasal İslamcı iktidarıyla beslemelerinin teorisyeni olarak sorumlu tutabileceğimiz Huntington; ülkemize biçtiği rolün ne denli yıkıcı olabileceğini hesaba katmış mıydı, bilinmez...
Ancak çok tartışılan kitabında 21. yüzyıla ilişkin küresel analizinde haklı çıktı!
SAMUEL HUNTİNGTON, TÜRKİYE İÇİN NE ÖNERMİŞTİ?
Türkiye, İslamiyetin çekirdek devleti olmak için gerekli tarihe, nüfusa, ortalama bir ekonomik gelişmişliğe, ulusal birliğe, askeri yetenek ve geleneğe sahiptir. Ne var ki, Atatürk’ün Türkiye’yi net biçimde laik bir toplum olarak tanımlaması, Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun bu rolünü sürdürmesini engellemiştir. Türkiye, anayasasındaki laiklik ilkesine bağlılığından ötürü İslam İşbirliği Teşkilatı kurucu üyesi bile değildir. Türkiye’nin laik bir ülke kaldığı sürece İslamiyet’n önderliğini üstlenme olasılığı yoktur. Peki, Türkiye yeni bir tanımlamayla ise ne olur? Batı dünyasına üyelik için yalvaran, hüzünlü ve aşağılayıcı dilenci rolünden vazgeçip Batı’nın İslami dünyadaki asıl muhatabı ve düşmanı sıfatıyla daha önce oynadığı etkin ve onurlu tarihsel rolü yeniden üstlenebilir. (...)
Amerikalı tarihçi ve siyaset bilimci, yeni yüzyılda dünya siyasi coğrafyasını ideolojik, yani çerçevesi belli siyasal aykırılıkların değil, daha bulanık kültürel karşıtlıkların çizeceğini öne sürüyor ve “uygarlığa ilişkin” diye nitelendirdiği bu karşıtlıkların merkezine dinsel aidiyeti koyuyordu. Ona göre 8 tür uygarlık vardı. Başta din, farklı faktörlerin biçimlediği kültürlerin uyuşmazlığı, sonuçta bu uygarlıkların çatışmasına yol açacak; en ağır çatışma da küreselleşme sürecinde ve Batı kültürüyle diğer kültürler arasında yaşanacaktı. Ne var ki Huntington, kitabında küreselcilerin “21. yüzyılda ulus devlet modeli çökecek” tezine kesinlikle katılmıyordu.
Acaba küreselleşme sürecinin yan etkisi olarak ele aldığı din odaklı kültür çatışmasının tarihteki kavim göçlerine taş çıkaran dünya çapında bir göç furyasıyla başlayacağını da öngörmüş müydü?
Samuel Huntington, 2008 yılında vefat etti.
Başyapıtını kaleme aldığı 90’lı yıllarda, El Kaide’nin 11 Eylül 2001’de ABD’ye saldıracağını bilmiyordu. Hatta böyle bir saldırı olasılığı, aklından bile geçmemişti kuşkusuz. Ama 11 Eylül sonrası, dönemin ABD başkanı ve Evangelist Kilise’nin seçkin müridi George W. Bush, sözüm ona Bin Ladin ve El Kaide’ye destek sağlayan Afganistan, İran, Irak ile salt İslamiyet düşmanı görünmemek için de renk olsun diye Kuzey Kore’yi “şer ekseni” ilan ettiğinde 74 yaşındaydı ve din odaklı uygarlıklar çatışması tezinde haklı çıktığını düşünmüş olmalı.
Harvard’lı akademisyen, ABD ve NATO’daki müttefiklerinin aynı yılın ekim ayında Afganistan’a, yönetimdeki radikal İslamcı Talibanlar, El Kaide’yi besliyor diye, 2003’te laik Irak’a var olmayan nükleer silahları ve despotu Saddam var diye savaş açıp işgal ettiğini görecek kadar yaşadı.
Ama kitabında Batı uygarlığını temsil eden aynı ittifakın, 2011 Mart ayında Fransa’nın hatırını kırmayıp laik Libya’ya despot Kaddafi’yi devirmek için saldırdığını, birkaç ay sonra ise IŞİD ve benzeri radikal İslamcıların taşeronluğunda laik Suriye’de Beşşar Esad’ı devirmek üzere hâlâ süren iç savaşı başlatıp büyüttüklerini göremedi.
YAŞLI NÜFUSA CAN, EKONOMİYE KAN, KÜLTÜRE HARMAN
Gazetemiz Cumhuriyet’e 21. yüzyılda başlayan kitlesel göçleri ulusal, uluslararası ve küresel çapta irdeleyen bir yazı dizisi önerdiğimde, aklımı uzun süredir kurcalayan bir tezim vardı: 2001’den beri hepsinin iftira olduğu anlaşılan iddialarla çıkarılan savaşların; enerji yollarının kontrolü ya da kaynakların paylaşımı gibi temel jeopolitik nedenler dışında ikincil bir amacı, bazı halkları yoğun nüfus göçüne özendirmek hatta zorlamak olabilir miydi?
2001’den öteye eyleme söylem uydurmaktan ibaret “şer eksen”leri (George W. Bush’un şer ülkeleri ile Condoleezza Rice’ın genişletilmiş şer ülkeleri farklıdır) gibi yalanlarla sözde teröre destek veren ülkelere karşı halen süren savaşlara doğrudan ya da dolaylı katılan saldırgan devletlerin, kitlesel göçlere yol açtıkları bir vakıadır. Ama başta Türkiye, saldırılara topyekûn ya da ucundan bucağından katılan pek çok ülkeyi milyonlarca sığınmacıyı göğüslemek zorunda bıraktığı ve hemen hepsini ekonomik zarara uğrattığı düşünülecek olursa, bu tez kimine saçma, kimine komplo teorisi gibi de gelebilir.
‘TOPLUMSAL MOZAİK’
Oysa ayrıntılardan uzaklaşıp genele bakıldığında, yer değiştiren nüfus yoğunluğu açısından MS 350 ile MS 800 yılları arasında Doğu’dan Batı’ya akan Kavimler Göçü’nü birkaç yılda geride bırakan çağdaş göç dalgası, küreselleşme projesinin “sınırlar kalkacak, uluslar karışacak, dünya büyük bir köy olacak” vaadinin de olmazsa olmazları, yani sosyolojik boyutu ve demografik (nüfusbilimsel) parametresidir.
2001’den beri nedense hep Batı uygarlığı diyebileceğimiz ABD, NATO, AB ittifakı tarafından çıkarılan ve ne yazık ki AKP iktidarının Türkiye’yi de dahil ettiği savaşların, küreselleşme projesinin demografik ayağı olarak toplu göçleri kışkırttığına ilişkin tezimin doğruluğunda ısrarlı değilim. Yabancı kaynakları epeyce taradım, böyle bir olasılığı en azından şimdiye kadar benden başka kimsenin sesli düşünmediğini, en azından açıkça dile getirmediğini gördüm. Dolayısıyla, yanılıyor olabilirim.
Ancak dünyada küreselleşmeyi destekleyen kamu yönderlerinin, göçmen kitlelerini Batı uygarlığının epeyce yaşlanan dolayısıyla azalacak nüfusuna yeni can, yavaşlayan ekonomisine taze kan ve hımbıllaşan kültürünü de pek bir sevdikleri harman, “toplumsal mozaik” güzellemesiyle savundukları, gözden kaçırılmamalıdır!
Oysa, dine odaklı uygarlık çatışması kehaneti 21. yüzyılın birinci çeyreğinde doğrulanan Samuel Huntington, ölümünden dört yıl önce daha az ses getirmesine karşın, daha sert eleştirilere yol açan bir kitap daha yazmıştı.
‘ÇAĞDAŞ KAVİMLER GÖÇÜ’
Küresel düşündüğü “Medeniyetler Çatışması”nın yerele indirgenmiş devamı olup 2004’te yayımladığı “Biz Kimiz / Who are We” başlıklı bu son kitabında, Güney Amerika’dan yoğun göç alan ABD’nin Anglosakson ve Protestan kültüre dayalı ulusal kimliğinin, giderek artan Hispanik (ve Katolik) göçmen nüfusun tehdidi altında olduğunu vurguluyordu. Gerek ABD, gerekse en çok göçü veren Meksika’da sert eleştirilere hedef olan yazarı; aralarına Hispaniklerle kalıtsal bağları bulunan İspanyolların da karıştığı pek çok entelektüel, “ırkçı” diye nitelemekten çekinmedi.
Kuruluşundan beri çok kimlikli, melez ABD’yi bir arada tutan Amerikan üst kimliği ve ortak dilini, köklü bir kültür olup entegrasyon ya da asimilasyona pek geçit vermeyen Hispanik kimlik ile İspanyolcanın yayılmacılığına karşı savunmaya çalışan Samuel Huntington gerçekten ırkçı mıydı?
Belki evet, belki hayır.
Belki de küreselciler haklıdır: Diller, dinler, kültürler illaki karışmalı, tıpkı kapitalist ekonomide olduğu gibi kültürler rekabet etmeli, güçlü olan kazanıp yayılmalı, zayıf olan tasfiye olmalıdır...
Bu yazı dizisinin amacı, “Çağdaş Kavimler Göçü” diyebileceğimiz nüfus akışıyla değişen demografik dengelerin, özelinde Türkiye, genelinde dünya sosyolojisini nasıl etkileyeceğine ilişkin olasılıkları incelemek. Başlıyoruz.
1 GÜNDE 10 BİN KİŞİ TÜRKİYE’YE GEÇTİ
- Doğu Beyazıt ve genelinde doğu sınırlarından giren göçmenlerin, milliyetleri ve çokluk sırasına göre geldikleri ülkeler sizce hangileri?
MEMET AKSAKAL - 2017’ye kadar İran’dan Ağrı - Doğubeyazıt ile Van Çaldıran bölgesinden Türkiye’ye kaçak giren göçmenlerin çoğunluğu Afgandı. 2017’nin ortalarından itibaren göçmenlerin gizlenmeden yollarda yürüyerek gelmesinden sonra gelenlerin içinde Pakistanlıların da sayısı artmaya başladı ve 2020 itibarı ile İran üzeri Türkiye’ye gelen kaçakların yüzde 40’ı Afgan, yüzde 40’ı Pakistanlı, yüzde 20 civarı ise Bangladeşliler, İranlılar, Iraklılar ve Suriyelilerden oluşuyor.
NEDENİ EKONOMİK
- Gözlemlediğiniz kadarıyla, bu sığınmacı göçmenler ekonomik nedenlerle mi geliyorlar, yoksa aralarında gerçekten savaştan kaçan var mı?
Türkiye’ye İran üzeri gelen kaçak göçmenlerle yaptığım röportajlarda büyük çoğunluk ekonomik nedenlerle geldiklerini söylediler. Türkiye’ye gelen Afganların çoğunluğu İran ve Pakistan’da yaşayan Afganlardan oluşuyor. Pakistan’da ve İran’da savaş yok, Afganistan’da bombalar patlıyor, terör saldırıları oluyor ama gerçek anlamda bir savaş yok, ama savaşın getirdiği ekonomik yıkım var ve gelen tüm göçmenlerin ekonomik nedenlerden geldiğini söyleyebilirim.
- En çok toplu göçmen geçişi ne zaman oldu ve şu an artarak mı yoksa azalarak mı devam ediyor?
En çok toplu göçmen geçişi 2018 Mart - Eylül döneminde oldu. O dönemde doğuda bulunduğun zamanlar Doğubeyazıt - Erzurum arasındaki yaklaşık 300 kilometrelik E-80 karayolu boyunca her birkaç kilometresinde onlarca kişiden oluşan göçmenlere rastlanıyordu. Göçmenler, 300 kilometre yürüyüp Erzurum’a gelip oradan da bir yolunu bulup batıya gidiyordu. O dönemde bir günde 10 bin kadar göçmenin sınırdan geçtiğini rahatlıkla söyleyebilirim. 2018’in sonbaharında sayı azalmaya başladı, 2019 ilkbaharında geçişler kışa göre çoğaldı ama 2018’e göre azaldı ve biraz daha gizli yapılmaya başlandı. 2020’de, 2019’a göre azalma yok ama geçişler ve sınırı geçtikten sonra batıya gidiş biraz daha gizli yapılmaya başlandı ve geçişler daha çok Van - Tatvan, Batman - Diyarbakır üzerinden batıya gitme şeklinde yapılmaya başlandı.
KALMAK İSTİYORLAR
- Size göre bu göçmenler hangi oranda Türkiye’de kalıyor, hangi oranda Avrupa’ya da hayallerindeki Batı ülkesine varıyor?
İran üzeri Türkiye’ye gelen göçmenler 2016’ya kadar büyük oranda batıya geçtiler, zaten o dönemde geçişler daha azdı ve çok gizli yapılıyordu ayrıca batıya geçiş da daha rahattı. 2017’den itibaren Türkiye’ye gelenlerin çok az kısmı, yüzde 10 kadarı batıya gidiyor geriye kalan kısmı Türkiye’de kalıyor.
Bu yılın (2020) şubat ayında hükümetin teşviki ile Yunanistan sınırına yığılan on binlerce göçmenin büyük çoğunluğu da Afgan ve Pakistanlılardan oluşuyordu.
Türkiye’ye gelen Afganların bir kısmı Batı’ya gitmek istiyor ama neredeyse yarısı Türkiye’de kalmak istiyor. Batı’ya gitmek isteyenler de önce Türkiye’de çalışıp para biriktiriyor.
Afganlar, Türkiye’nin her yerine dağılmış durumda ama en çok İstanbul’da kalıyorlar. İstanbul’dan sonra Ankara ve Orta Anadoluda’ki diğer bazı iller. İstanbul’da kalan Afganlar en çok Sultangazi ve Zeytinburnu ilçelerinde kalıyorlar, Bağcılar, Gaziosmanpaşa, Fatih, Küçükçekmece, Avcılar, Esenler, Esenyurt ve Beykoz’da da önemli sayıda Afgan kalıyor.
Özbek olan Afganların bazılarına Türk vatandaşlığı veriliyor ama Peştun ve Hazara olup da Türk vatandaşı verilen Afgan’a rastlamadım.
Pakistanlılar, İstanbul’a gidiyorlar, az bir kısmı İzmir’e gidiyor ve çok az bir kısmı başka illere gidiyor. İstanbul’daki Pakistanlıların yarısından fazlası Sultangazi ve Gaziosmanpaşa’da, diğer kısmı da başta Fatih olmak üzere başka ilçelerde kalıyor. Pakistanlıların çok az bir kısmı Türkiye’de kalmak istiyor, çoğunluğu Batı’ya gitmek istiyor.
- Sığınmacı göçmenlerle demografyası hızla değişen illerimizi sıralayabilir misiniz?
Bence sırası ile Kilis, Hatay Şanlıurfa, Gaziantep, İstanbul ve Mersin.