"Bir gazeteci öldürmek"
Yazar Ahmet Ümit, İttihat ve Terakki’nin 20 yılını ele aldığı ve “Yüz küsur yıl önceyi anlatıyorum ama bugüne çok benziyor…” dediği yeni romanı ‘Elveda Güzel Vatanım’dan seçtiği özel bir bölümü, ilk kez Cumhuriyet okurlarıyla paylaşıyor.
cumhuriyet.com.tr
Kitap, 1 Aralık'ta Everest Yayınları etiketiyle raflarda olacak.
"Cemiyetin en çok itimat ettiği adamlar ordunun içine gönderilmişti, bozguncuları, meşrutiyet ve vatan düşmanlarını tespit etmek için. Ama sadece ordu değil, Kara Kemal Bey’in bir örümcek ağı gibi bütün şehre yayılan ilişkileri de kullanılarak, Dersaadet’in tüm camileri, külliyeleri, dershaneleri, kıraathaneleri, birahaneleri, meyhaneleri yani ahalinin toplandığı her yer gözetim altına alınmıştı. Millet ne konuşuyor, neden şikayet ediyor, onları kim kışkırtıyor, kim cemiyet ve hükümet aleyhine propaganda yapıyor, hepsi öğrenilecek, hainler tek tek tespit edilecekti.
Öte yandan, isyandan bu yana yoğun bir mesai yürüten divan-ı harp verdiği kararlarda eski cesaretini kaybetmiş, kendilerini hürriyetçi telakki eden muhalif gençlere karşı hoşgörülü bir davranış içine girmişti. Bu gevşek tutum, cemiyet düşmanlarına cesaret veriyor, 31 Mart Ayaklanması öncesine benzer bir ortam yaratarak muhalefeti güçlendiriyordu. Bilhassa basında cemiyete yönelik taarruzları artmıştı. Bu melun neşriyatın içinde Dersaadet mebusu Kozmidi Pandelaki Efendi’nin sahip olduğu Sada-i Millet gazetesi ve onun genç yazarı Ahmed Samim öne çıkıyordu. Esasında Sada-i Millet gazetesini kimin desteklediği de bir muammaydı. Gazetenin arkasında Rum Patrikhanesi’nin bulunduğu söyleniyordu. Ahmed Samim bu şaibenin ne kadar farkındaydı bilinmez ama hiçbir zaman kalemini bize karşı kullanmaktan geri durmuyordu.
Bizzat Talat Bey’in ikazlarına rağmen, belki de gençliğin verdiği o ateşli ruhla tenkitlerini sürdürüyor, bir santim olsun geri adım atmıyordu. “Başka çaremiz yok,” demişti Basri Bey. “Adamın kaleminden kan damlıyor. Birin üzerine bin koyarak, cemiyete duyulan düşmanlığı körüklüyor, nefreti artırıyor, etrafımızı saran hainleri cesaretlendiriyor. Bu işi tez vakitte halletmemiz gerek.”
Halletmek dediği bu kabiliyetli gazeteciyi tümüyle susturmaktı, yani öldürmek. Tez vakit, beş gün sonra geldi. İnsanda öldürme hissi değil, yaşama hissi uyandıran ılık bir yaz akşamıydı. Bir dost evine yemeğe gidilecek, o güzel gecelerden biri… Yemeğe gidecek olan biz değildik, kendimize kurban seçtiğimiz Ahmed Samim’di. Şeyhülislam Cemalledin Efendi’nin oğlu Muhtar Bey’in davetine icabet edecekti. Günler önce almıştık bu istihbaratı. Bu sabah evinden çıktığından beri peşindeydik. Karar verilseydi gün ışığında da söndürürdük bu genç adamın hayat ateşini fakat karanlık çöksün, kimse katili görmesin isteniyordu.
Herkes bu cinayeti bizim işlediğimizi bilmeli, ama kimse emin olmamalıydı ki, cemiyet bu suçu işlemediğini rahatlıkla söyleyebilsin. Aksi takdirde muhalefetin eline çok sağlam bir koz vermiş olurduk. “Ya bu akşam, ya da hiçbir zaman,” denmişti Basri Bey’e.
“Sesini kesin artık şu kendini bilmez gazetecinin.” Bu emri kimin verdiğini bilmiyorduk, merkez-i umumi mi, yoksa her olan biten karşısında silahına sarılan bizim heyecanlı zabitlerimizden biri mi? Kim olursa olsun, bunun önemi kalmamıştı artık, Ahmed Samim’in hükmü imzalanmış, kalemi kırılmıştı. Mümkünü yok, bu akşam öldürülecekti. O sabah takibe başlamadan önce Cağaloğlu Yokuşu’ndaki binada Basri Bey tekrar tekrar tembihlemişti Fuad’la beni.
“Mesele çıkmazsa biz müdahale etmeyeceğiz. Ancak tetiği çekecek arkadaş bir engelle karşılaşır ya da bir sebeple muvaffak olamazsa, o zaman biz ifa edeceğiz vazifeyi. Üçümüz birden değil, Şehsuvar çekecek tetiği. Evet Şehsuvar kardeşim, eğer öteki fedai herhangi bir sebeple işini yapamazsa, sen vuracaksın haddini çoktan aşmış olan bu gazeteciyi. Ama benden işaret bekle, çünkü öteki grupla irtibatımızı ben sağlayacağım. Hepimizin emniyeti için, sizin onları, onların da sizi tanımaması icap ediyor. Fakat bilhassa senin hedefe yakın olman lazım Şehsuvar. Çok da dikkatli olmalısın. Çünkü bu Ahmed Samim daha önce defalarca tehdit mektupları almış, bir hile sezerse kaçıp kurtulabilir. Aman gözünüzü seveyim bir açık vermeyelim, adamı ürkütmeyelim. Anlaşıldı mı?”
Elbette anlaşılmıştı, avlarını kıstırmış tecrübeli kurtlar gibiydik. Silahın patlayacağı, kanın akacağı anın gelmesini bekliyorduk sabırla. Ahmed Samim’i gazetesine kadar takip ettikten sonra, Sada-i Millet gazetesinin Ebusuud Caddesi’ndeki binasının etrafında mevzilenmiştik. Herkes başka bir kuytuya, herkes başka bir köşeye. Ben, Sada-i Millet gazetesinin çıkış kapısına bakan Arap Selami’nin kahvesinde oturuyordum. Sanki çok içermişim gibi, kendime bir de nargile söylemiştim. Bir yandan kapıyı gözetlerken, bir yandan da tetiği çekecek arkadaşı arıyordum. Öyle ya Ahmed Samim’i vuracaksa katil buralarda bir yerlerde olmalıydı. Ama etrafımda şüphe uyandıracak kimseyi göremiyordum. Aferin diye geçiriyordum içimden, demek bu işlerde tecrübeli, mahir bir arkadaş…
Silahşorun iş bilir olmasını diliyordum, çünkü gazeteciyi vurmak mecburiyetinde kalmayı hiç istemiyordum. Evet, muhaliflere derin bir öfke duymama rağmen içten içe bu gazeteciyi vurmanın yanlış olduğuna inanıyordum. İnanmaktan öte korkuya benzer bir his vardı içimde. Neden öldürecektik ki bu gazeteciyi? Bize nasıl bir zarar verebilirdi? Fazla tutkulu, kendini göstermeye meraklı, tecrübesiz aptalın tekiydi işte. Kozmidi denen o zibidinin oyununa gelmiş, kendi yazdıklarıyla sarhoş olmuş bir genç. Üstelik benim gibi edebiyat meraklısı. Elbette, cemiyet karar aldıysa, yanlış ya da doğru diye sorgulamak bizim işimiz değildi.
Ama Abdülhamit’in eli kana bulanmış paşalarını, hafiyelerini avlamak başka, sadece kalemiyle, fikirleriyle mücadele eden birini öldürmek başkaydı. Üstelik daha Hasan Fehmi suikastı unutulmamışken…
Bu endişelerimi kimseye söylemedim elbette; zabitlerin içinde bir sivil olarak zaten pek muteber biri değildim, bu suikastı da tenkit edersem, kim bilir hakkımda neler düşünürlerdi? O yüzden, tetikçinin muvaffak olmasını istiyordum, yoksa pişman olacağım, belki de ömür boyu vicdan azabı çekeceğim bir cinayetin faili olacaktım.
Ama saatler geçiyor Ahmed Samim bir türlü çıkmıyordu gazeteden. Birden aptalca bir umuda kapıldım, belki de başka bir kapıdan savuşup gitmişti. Kim bilir belki de birileri suikastı haber vermişti ona. Belki de, biz burada beklerken, Marsilya’ya giden akşam gemisine kapağı atmıştı çoktan… Keşke öyle olsaydı, ama olmamıştı; katılacağı davetin vaktinin gelmesini bekliyordu zavallı. Nitekim ortalık iyice kararınca da çıktı kapıdan. Yanında biri daha vardı, muhtemelen kendisi gibi bir muharrir.
Karşı kaldırımdan geçerken yüzüne dikkatle bakma fırsatı buldum, benden ancak birkaç yaş büyük olmalıydı. Nedense onu kendimden daha küçük biri olarak düşünüyordum. Yapacağımız suikasta inanmadığımdan mı, yoksa hiçbir şeyden haberi olmayan kurbanımıza duyduğum merhametten mi, bilmiyorum, fakat kendisini bekleyen tehlikeden habersiz, adım adım ölümüne giden bu genç gazeteciyi, Mekteb-i Sultani’deki alt sınıflarda okuyan arkadaşlarımdan biri gibi görüyordum.
Diyeceksin ki, “Madem öyle, neden onu ikaz etmedin? Neden kaç demedin?” Diyemezdim Ester, yapamazdım bir tanem. Bu, cemiyete ihanet olurdu. Ben bu davanın bir neferiydim, verilen vazifeyi yerine getirmekle yükümlüydüm. Kabul ediyorum tuhaf bir zihin karmaşası, ruhsal bir garabet. Ahmed Samim’e karşı büyük bir acıma duysam bile asıl dileğim tetiği çekmek zorunda kalmamaktı.
Evet, zalimce bir durum, daha doğrusu alçakça… O ölsün ama benim ellerim kirlenmesin. Esasında, iş başa düşerse onu vurabileceğimden de emin değildim, belki de o tetiği hiç çekemeyecektim. Dün gece hissetmiştim bunu, uyumak için yatağıma uzandığımda. Kocaman bir dolunay vardı gökyüzünde; solgun ışığı yüzüme vuruyor, içimi ürpertiyordu. Kıraç bir tarlayı andıran aya takıldı gözlerim, birden her şey çok manasız geldi bana. Ne vatan, ne cemiyet, ne kendim, hatta ne de sen. O ayın altında ne yapacağını bilmeden oradan oraya sürünen bir kertenkele gibi hissettim kendimi.
Korkunçtu, lambayı yaktım, belki çare olur diye, ne zamandır elime almadığım Anatole France’ın kitabını okumaya başladım. Tercüme için değil, damarlarıma kadar yayılan o gümüş rengi soğukluktan kurtulmak için. Faydası olmadı. Gözlerim satırların arasında dolaşırken aklım bambaşka yerlerde seyahat ediyordu. Kitabı kapatıp yatağa uzandım yeniden. Ne oluyordu bana, inancımı mı yitiriyordum, kendime duyduğum güveni mi? Belki her ikisi birden. Leon dayı haklıydı galiba. Hâlâ çok geç değildi, yarın tası tarağı toplayıp önce Selanik’e oradan da Paris’e gidebilirdim. Senin yanına…
Kim bilir ne kadar sevinirdin geldiğime… Sahi sevinir miydin? Artık bundan hiç emin değildim. Belki de artık tümüyle unutmuştun beni, çıkartıp atmıştın kalbinden. Seni suçlayacak halim de yoktu, bunu yapan bendim. Birden kendimi yapayalnız hissettim. Koca dünyada, şu karanlık gecenin içinde tek başıma. Gözlerim nemlendi, boğazım düğüm düğüm ağzıma geldi…
Evet utanmadan bir çocuk gibi içimi çekerek ağladım. Zayıflık zannetme, insanca bir şeydi, üstelik iyi geldi, açıldım, fakat ruhumdaki tereddüt bitmedi. O gözü kara cemiyet fedaisi rolünü iyi oynamama rağmen, davaya duyduğum sadakatin gitgide azaldığını hissediyordum. İşte bu nedenle, Ahmed Samim’i öldürecek olan o tabancanın tetiğini ben çekmek istemiyordum. Fakat gazetecinin peşine düşecek, elbette emredileni yapacaktım.
Nitekim Ebüssuud Caddesi’ne çıkan iki muharriri, on beş yirmi metre öteden takip etmeye başladım. İşin ilginci, hiç de tedirgin görünmüyordu Ahmed Samim. Ne sağını solunu kolluyor, ne de arkada birileri var mı diye geriye bakıyordu. Zavallı, ya arkadaşıyla sohbetin akışına kaptırmıştı kendini ya da bu akşam gideceği davetin havasına girmişti şimdiden.
Caddenin sonuna gelince kalabalık artmaya başladı. Ahmed Samim ve arkadaşı işinden çıkan insanlarla birlikte Sirkeci’ye döndüler. İşte o vakit gördüm tetikçiyi. Köşedeki tütüncünün yanından çıktı. Siyahlar giymişti, başındaki fes hafifçe yana kaykılmıştı, sağ eli ceketinin cebindeydi; muhtemelen cinayeti işleyeceği tabancayı tutuyordu.
Oldukça sakindi, telaşsız adımlarla yürüyordu, daha önce cemiyet lokalinde görmemiş olsam ben bile şüphelenmezdim ondan. Serez ya da Drama’dan olmalıydı, galiba Çerkez’ti, adını hatırlamıyorum.Cemiyetin gözü kara adamlarından olduğunu duymuştum. Fakat işlerinden evlerine gidenlerle dolu bu cadde suikast için hiç de iyi bir tercih değildi. O kadar ahalinin içinde nasıl vuracaktı gazeteciyi? Daha düşüncemi tamamlamama fırsat vermeden, Ahmed Samim ve arkadaşı karşı kaldırıma geçtiler. Çerkez silahşor ise hiç acele etmedi, bir süre daha önümde yürüdükten sonra o da yolun öteki tarafına yöneldi. Bu arada gazeteciler, Büyük Postane’ye açılan sokağa girmişlerdi.
Tetikçinin adımlarını hızlandırdığını fark ettim, ben de ona ayak uydurdum. Sokağa girerken dönüp geriye baktım; evet, Kolağası Basri’yle, Mülazım Fuad da beş on metre arkadan bizi takip ediyorlardı. Derin bir nefes alıp daldım sokağa. Kalabalık azalmış gibiydi, zaten fedai de iyice hızlanmış Ahmed Samim’in birkaç metre yakınına kadar sokulmuştu.
Bakışlarım, siyah elbiseli adamın sağ cebine soktuğu eline takılmıştı. Silahını ha çekti, ha çekecek… Boğazımın kuruduğunu hissettim, ne yani burada mı vuracaktı? Ama hayır, hiç acelesi yoktu, daha müsait bir yer bulana kadar kurbanıyla arasındaki mesafeyi muhafaza etmek istiyordu. Hedeftekiler, postaneye gelmeden aşağıya dönen sokağa girdiler, bizimki de peşlerinden. Tuhaf bir düşünce takıldı aklıma. Şimdi müdahale etsem, Ahmed Samim’i kaçması için ikazda bulunup silahımla tetikçiyi durdursam… Yapamazdım elbette ama eğer yapmaya kalksam, hiç tereddüt etmeden vururlardı beni, hem de bizzat kendi arkadaşlarım…
“İhanet edenlerin cezası büyük olur,” demişti o çok sevdiğim kumandanımız. “Onları asla affetmemeliyiz, aksi takdirde hainlerin sayısı artmaya başlar.” Yok, zaten öyle bir niyetim de yoktu ama bir mucize olsa, Ahmed Samim kurtulsa sevinirdim. Fakat öyle bir ihtimal bulunmamaktaydı, o sebepten rolümü oynamayı sürdürdüm.
Bu dar ve kısa sokağı da patırtısız gürültüsüz ama yüreğim ağzımda geçtik. Gazeteciler bir kez daha sola, Bahçekapı yönüne döndüler, siyahlı fedai de peşlerinden. Onları gözden kaçırmamak için biraz daha hızlanmak mecburiyetinde kaldım.
Caddeye çıkınca, Çerkez silahşorun adeta Ahmed Samim’in ensesinde olduğunu gördüm. Sanki daha gergin gibiydi, zannederim olayın sonuna gelmiştik. Ona engel olabilirmişim gibi adımlarımı hızlandırdım, işte o anda patladı silah. Ardı ardına üç kez. İşini bitiren katil, elinde Smith Wesson marka bir tabancayla ayakta dikiliyordu. Ahmed Samim’i enseden vurmuş olmalıydı, zavallı gazeteci yüzükoyun düşmüştü yere. Arkadaşı ise can havliyle, önünde bulundukları fırıncı dükkanının içine atmıştı kendini.
Siyah kıyafetli tetikçi bir an yerde yatan kurbanına baktıktan sonra hızlı ama sakin adımlarla uzaklaşmaya başladı. Ben öylece durdum. Tamamıyla acayip bir durumdu, bakışlarımı kafası parçalanmış olarak yerde yatan genç ölüden alamıyordum. Yandan ne kadar da benziyordu bana. Sanki bir ikizim varmış da benim haberim yokmuş gibi. Yoksa beni vurmuşlardı da farkında mı değildim? Öldükten sonra, ruhumuz uzaklaşmadan önce son kez dönüp bedenine bakarmış ya, yoksa onu mu yaşıyordum? Sağımdan solumdan insanlar geçiyor, cinayet mahalli kalabalıklaşıyor, her kafadan bir ses çıkıyordu ama hiçbiri beni etkilemiyordu. Caddenin kenarında bir heykel gibi kalakalmıştım.
Basri Bey imdadıma yetişmeseydi, belki de hep öyle kalacaktım. “Hadi Şehsuvar,” dedi koluma girerek. “Hadi evladım, burada işimiz bitti, hadi gidelim artık.” Yürürken de azarlamayı ihmal etmedi. “Ne yapıyorsun sen yahu, niye durdun öyle? Seni tanımasam kan tuttu diyeceğim…” Tümüyle haklıydı, kan tutmuştu beni, ama şimdi değil, çok önceden, daha o zavallı gazeteci öldürülmeden.
Belki Şemsi Paşa vurulduğunda, belki Arnavut tetikçileri haklarken, belki Topçu Kışlası’nda önüme çıkan her isyancıyı kurşunlarken… Evet, kan tutmuştu beni, ama o zaman farkına varamamıştım. İnkılap o kadar cezbediciydi ki, olaylar o kadar süratle gelişiyordu ki, beni etkileyenin ne olduğunu anlayamamıştım. Fakat daha fazlasını kaldıramıyordum artık, tahammül sınırlarını çoktan aşmıştı bünyem, aklım artık kabul edemiyordu olup bitenleri…
Aklım ikna olsa da ruhum razı gelmiyordu bu cinayetlere… Evet, kan tutmuştu beni, daha Manastır’da o ilk silah patladığında, Şemsi Paşa vurulduğunda. Ama şimdi fark ediyordum işte…"