Bir Eğitim Yılı Sonunda Çocuklar ve Gençler
cumhuriyet.com.trUnutmayalım Steven Harrison’un dediği gibi “Çocuk, öncelikle çocuk olmak için yaratılmıştır” ve onun öncelikli hakkı; ruhsal, bedensel, zihinsel bütünlük içinde, sağlıklı ve özgürce gelişeceği ortamlarda yaşamak, kendisini keşfetmesine ve gerçekleştirmesine fırsat vermek, mutlu olmaktır.
Bir eğitim dönemini daha bitirdik... Nitelikli öğretmen yetiştirilmesi ve istihdamı; program, içerik, yöntem, teknoloji ve öteki altyapı sorunlarına kadar uzanan yine çözülemeyen bir yığın sancının yaşandığı bir dönemdi bu.
Kuşkusuz bu döneme, sınavların yarattığı sıkıntılar içinde okulların giderek dershaneleşme sürecinden geçtiği, sistemde sık sık yapılan ve geçerliliği hep tartışmaya açık değişikliklere yenilerinin eklendiği bir dönem de diyebiliriz.
Tüm bunların sonucunda çocuklarımızın üzerinde yıllardır süren ve onların gelişimlerine bir katkı sağlamayan, ağır baskıların ve ciddi biçimde ruhsal-zihinsel-bedensel hırpalamaların arttığını eklemeliyiz.Konuya sınav baskısı açısından eleştiriler getirince bazı savunmacılar “Sınav yapmayalım mı” diyor. Aslında onların da çok iyi bildiği gibi sınavların bir gerçek ve gereklilik olduğunu tartışan yok!.. Elbette sınavlar sistemin doğal ve önemli bir öğesidir ve öyle olmalıdır. Her bilgi ve beceri kazanma süreci ya da etkinlik sonunda bir “ölçme” ve bir “değerlendirme” işleminin gereğini ve önemini kim yadsıyabilir ki?
Sorun bu değil; sorun sınavların sayısı, sıklığı, biçimi, içeriği, yöntemi konusunda yoğunlaşıyor. Bir de epeydir unuttuğumuz “sınavlar neden var” ve “sınavların amacı ne” sorusunu sormak gerekiyor. Bu açıdan bakıldığında sınavların “ne yapamamış” olduğu kadar “ne yapabildiği”ne odaklı olması; “seçme ve yerleştirme” kadar “tanıma, tamamlama, yetiştirme ve yönlendirme” işlevlerinin dikkate alınması önem kazanıyor. Eğitim bir sistemse, bunların bir bütün olarak düşünülmesi, sistemin “girdi-süreç-çıktı”larının çoklu ve geniş boyutlu bir bakış ve yaklaşımla değerlendirilmesi kaçınılmazdır.
Sistemin “sistem” olması da bu ana öğeler ve tüm parçalar arasında, aynı amaca dönük, birbiri ile uyumlu ve birbirini bütünleyen bir yapı kurulmasını gerektiriyor. Peter M. Senge’nin deyişi ile “Bir yağmur fırtınası sistemini, bu olaylar örgüsünün tek tek parçalarını değil, ancak tümünü birden düşünerek anlayabiliriz”. Başka bir deyişle yağmur fırtınasını oluşturan nedeni, onun parçaları olan havayı, bulutları, ısıyı, rüzgârı anlamadan çözemezsiniz.
Sorun buradadır.
Sınavlar bu işin her aşamada bireyi tanıma ve yönlendirme, değişim ve gelişimini izleme, eksiklerini tamamlama, bir üst sınıfa ve üst eğitim kurumuna hazırlanma ana işlevini ötelemiş, bunları sağlayacak bir “araç” olmaktan çıkmış, bir “amaç” haline getirilmiştir. Bu haliyle sınavlar, kendi görev ve sorumluluk sınırları ile maksadını çok aşan; “olaylar örgüsünün tümünü” hep göz ardı ettiğimiz korkulu bir fırtına yaratmış, toplumun dengesini sarsmış, çocuklarımızı baskılayan bir tehdit ve tehlike halini almıştır.
Hem sınavların yarattığı tahribatın büyüklüğünü, hem de bu sorulara yanıtın neden “hayır” olduğunu aslında Türk Eğitim Derneği tarafından Mayıs 2010’da yayımlanan “Ortaöğretime ve Yükseköğretime Geçiş Sistemi” konulu çok kapsamlı ve önemli bir rapor başkaca bir söze gerek bırakmayacak şekilde açıklıyor. (Bu raporu incelemedinizse vakit geçirmeden TED’in sitesine girerek mutlaka bakmanızı öneriyorum.)
Raporun daha “sunuş”undaki saptamalar sorunun derinliğini ve kapsamını çok çarpıcı şekilde ortaya koyuyor: “Türk eğitim sistemi sınavlara mahkûm olmuş durumdadır. İlköğretimden yükseköğretime kadar eğitimin her tür ve düzeyi bir öğretim kademesinden diğerine geçişteki sınavların baskısı altındadır. Okullarda eğitim öğretim sınav odaklıdır ve sınavların kapsamında yer almayan konular ve dersler işlenemez durumdadır.”
Bu saptamada altı çizilen “baskı” sözcüğü, beni özellikle etkiliyor. Çocuklar üzerinde yaratılan “baskı”yı, öyle “biraz stres iyidir” ya da “ne yapalım sistem böyle” mantığı ile açıklayıp içimizi rahatlatamayız. Her tür ölçüsüz baskının çocuklar üzerinde yarattığı tahribat, zihinsel, bedensel ve ruhsal gelişimi durduruyor ve geriletici bir yığın etkiye yol açıyor. Öyleyse kendi yarattığımız bu baskı-korku-kaygı sisteminin önünde “öğrenilmiş çaresizlik” tanımına uygun davranışlar gösteremeyiz, susamayız, kabullenemeyiz.Tekrar vurgulamalıyım: Bu iş sadece okullara bırakılamayacak kadar önemlidir. Anne ve babalardan (evden) başlayan büyük bir seferberlik gerçekleşmedikçe bu “baskıcı korku düzeni”nin değişmesi, çocuklar üzerinden kendimizi kanıtlama, çocuk ve genç istismarından vazgeçmek olanaksız gözüküyor. Kısacası, değişim önce kendimizden, yani sorumlu yetişkinlerden özellikle de anne babalardan başlamalı, önce bizler aynaya bakmalıyız.
Bu toptan değişim seferberliği sadece sınavlarla ilgili yaz-boz düzenlemeleri ile de bitmiyor. Başka bir yazı konusu olan örneğin disiplin yönetmeliklerinden kıyafet yönetmeliklerine, ders dışı etkinliklerden törenlere kadar yaratıcılığı yok eden, kişilik ve kimlikleri örseleyen, bireyi şablonlara hapseden her tür kısıtlayıcı engel ortadan kaldırılmalı, sağlıksız ve mutsuz çocuk ve gençler yaratılarak onların ve ülkemizin geleceği artık karartılmamalıdır.
Unutmayalım Steven Harrison’un dediği gibi “Çocuk, öncelikle çocuk olmak için yaratılmıştır” ve onun öncelikli hakkı; ruhsal, bedensel, zihinsel bütünlük içinde, sağlıklı ve özgürce gelişeceği ortamlarda yaşamak, kendisini keşfetmesine ve gerçekleştirmesine fırsat vermek, mutlu olmaktır.
Yetişkinler, bir yandan kendilerini çocukların ve gençlerin “efendisi” gibi gördükçe, öte yandan “haşlanmış kurbağa” gibi davranarak bu baskı-kaygı-korku düzenine boyun eğdikçe, şuradan şuraya gitmemize olanak yoktur.Erdoğan YILMAZ İstanbul Kültür Eğitim Kurumları Genel Müdürü