Bir damla gözyaşı
Hayatım boyunca bir bilim adamı, yazar ve şair olan babam Behçet Aysan’ın yaşamında salık verdiği değerlere sadık kalmaya çaba gösterdim. Bilenmedim. Öfkelenmemeye, tersine anlamaya çalıştım. Hınçla büyümedim. O meşum günde bile katilden nefret edemedim. Düşmanım otel yakanlar değil, onları bu duyguya sürükleyen anlayış ve cehaletti.
Eren Aysan‘Önce ekmekler bozuldu’ demişti Oktay Akbal Ağabeyimiz. Neler yaşadık, neler gördük; unuttuk tökezleyen, kararan, sararan her şeyi. Babalarımızın öldürümünün ardından ülkece biriktirdiğimiz acılar kanatlanıp kuş olsa gökyüzünü kaplar. Ve kanı yerde kalan aydınlar hüzünle oradan bize bakar. O yüzden yalnızca kendi acımdan söz açmak, ne yalan söyleyeyim artık ayıp geliyor. Biz, kocaman acılar ülkesinin yaralı ceylanlarıyız. Kıyaslanan, ötekileştirilen, bir tarafça kutsallaştırılan öldürümleri değil, bütün öldürümleri içimde taşıyarak yazıyorum bu satırları. Başbağlar katliamında yavrusu öldürülen bir ananın gözyaşından taşıyorum. En iyi biz anlarız birbirimizi. Bir tek bunu biliyorum.
Öte yandan, babamın öldürümünün üzerinden tam yirmi altı yıl geçti. Bir cinayetin, katliamın zihinlerde “eskimesi”ne yetecek kadar uzun bir zaman. Peki, bir ailenin yaşamı, eşini, kardeşini, babasını öldürenlerin ortaya çıkarılmasını istemekle mi geçer? Bunu ummakla, bir parça da olsa ümit etmekle mi geçer? Bu yolda devlet katında, hukuk katında derin ve uzun bir mücadeleyle mi geçer? Daha da fazlası varmış üstelik. Sıvas’tan öncesini görmüştük. Sonrasını da yitenlere tutunarak yaşadık. Gazi, Onat Kutlar, Ahmet Taner Kışlalı, Hrant Dink, Roboski, Tahir Elçi... say say bitmiyor. Nereye dokunsak bir acı, hüzün, anma sarıyor bizi. Önce sosyal medya tehditleri, ardından milli ve dini değerler üzerinden sistemli bir linç kültürü. Aşinayız. Şimdilerde ise canımızın bir parçası Canan’a (Kaftancıoğlu) uygulanan sosyal medya şiddetiyle ve ona dair nedense altı yıl sonra açılan davayla yaşıyoruz.
Hınçla büyümedim
Hayatım boyunca bir bilim adamı, yazar ve şair olan babam Behçet Aysan’ın yaşamında salık verdiği değerlere sadık kalmaya çaba gösterdim. Bilenmedim. Öfkelenmemeye, tersine anlamaya çalıştım. Hınçla büyümedim. O meşum günde bile katilden nefret edemedim. Çünkü ayaklanmaya kalkan cehaletin neler yapabileceğini görmek, anlamak, bu sağduyuyla yaşamak zorundaydım. Düşmanım otel yakanlar değil, onları bu duyguya sürükleyen anlayış ve cehaletti.
Linç kültürünün Doğu toplumlarında nereye kadar uzanabileceğini görmezden hiçbir zaman gelemedim. Hindistan’da elli adamın saldırdığı, tecavüz ettiği, sonra ölüsünü bir ağaca astığı on üçünde, on dördünde genç kızları hatırlar mısınız? O kızlara “namussuz” diye saldıranların sizce duygusu nedir? Peki, kendi ülkesinde şairini, yazarını, ozanını yakan zihniyetin duygusu nedir? Bir parti genel başkanını linç etmeye, öldürmeye çalışmanın, avazı çıktığı kadar “yakın” diye bağırmanın garabeti nedir? Yirmi altı yılda değişmiyor bir şeyler. Geriye hüzünlü bir ülke hikâyesi kalıyor yalnızca.
Kötü ölüm babamın kapısını çaldığında henüz kırk dört yaşındaydı. Oysa “Sesler ve Küller” kitabını “Yüz yıldır güzel bir gelecek için seslere ve küllere, zincirlere ve ölümlere, bütün acılara...” adamıştı.
2 Temmuz saat 11.00 suları... Telefon çaldı. Babam Sivas’tan aradı, sesinde tuhaf bir tedirginlik: “Daha fazla kalmak istemiyorum, geleceğim.” Gelemedi. Akşam televizyonda “Sivas’ta Olaylar” başlığı. Önce “Yirmi iki yaralı var!” dendi. Saat on haberlerinden sonra, alt yazılar geçmeye başladı.
Babam ölmezdi ki!
Boşuna geliyordu bana yaşadıklarımız. Babam ölmezdi ki! Peki, niye tanıdığım yüzlerde hep gözyaşı vardı? Önce babamın muayenehanesine gittik. Televizyonda İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu’nun açıklaması: “Ölenlerden ilk sekiz kişinin kimlik tespiti yapıldı, isimlerini sayayım.” Behçet Aysan dördüncü isim. Sessizlik deldi geçti bedenimi, hiçbir kıpırtı hatırlamıyorum. Spiker, “Sayın bakanım, ölenler arasında Behçet Aysan gibi başka yazarlarımız, sanatçılarımız var mı” diye soruyor, bakan birkaç dakikalık susuştan sonra “Evet!” yanıtını veriyor. Ben daha çok korkuyorum.
Sonra adımdan bir fazlasını hatırlamıyorum, annem beni eve götürmüş olmalı. Sabaha kadar mavi odamda bekledim, babamı. Gelecek ve afacan bir mutlulukla koşacağım yanına. Oysa deneyimmiş bizi olgunlaştıran. Ölümün bile deneyimi... Gazetelerdeki, “Deneyimli overlokçu ya da ütücü aranıyor” ilanlarının sırrı bile bir tek kelimede bütünleşiyormuş. İçinde bilgiyi saklı tutan yaşam. Kapsayıcılığı kelimenin basitliğinden, uçsuz bucaksızlığından fazlaymış.
Ertesi gün anneme bir bardak çay uzattım. Gördüm gözünde yaş yerine kan var. Büyüdü gözündeki kan pıhtısı. Günlerce, aylarca gitmedi. Bir kedi gibi incelikle mırıldanarak girdi odadan, çıktı odalardan. Bir gün ayağa da kalkamaz oldu, ağrıdan acıdan duramaz. Defalarca ameliyat masasına götürdüler annemi. O gideceği yeri bilerek ince bir çizgi gibi gülümsedi. Ölümünden bir gün önce saatlerce konuştuk.
Sen olsan sen de severdin
- Kendini niye bu hale getirdin anne?
İkimiz de biliyorduk artık geriye dönüşün olmadığını. Gittiği yolun çıkmaz bir sokakla birleştiğini daha önce bilseydi, kendini korur muydu, sanmıyorum.
- Babamı çok mu sevdin anne?
- Sen olsaydın sen de severdin, dedi olanca mahcupluğuyla, sarıldım ona. Kara gözlerine baktım, kaşlarına. Son konuşmalarımızdı bunlar.
Sivas’ın anlamını soruyor kimileri. Sivas bir damla gözyaşında gizli. Biri kırk dört, biri kırk dokuz yaşında ölen iki insandan kalanlardır bunlar. Bir romanda okunsa “Türk filmi” gibi sulusepken, akıl başa gelince de bizim ülkemizde olası bir kurgusu var denebilir pekâlâ.
Peki, şimdi soracağım soruyu siz de hissedebiliyor musunuz? “Biz bu ülkeye, bütün bunları hak edecek ne yaptık?”
Ve bugünleri hazırlayanlar... Nefessiz bıraktınız bizi. Size ne kadar teşekkür etsem az. Daha fazlası için elinizden geleni ardınıza koymayın! Daha çok yakın, öldürün, boğazlayın! Faili belli cinayetlerde öldürülenlerin gözleri bırakmasın peşinizi! Katledin doğayı! Ağaçların iniltisi, kuşların çığlığı rüyalarınıza girsin! Belki o zaman çocuklarınıza nasıl bir dünya bıraktığınızı anlar da uykularınız kaçar sonunda! Bizim gibi nefessiz kalmanın acısıyla dolanıp durursunuz öylece.