Bir 'aile cehennemi'

Çözülen bir aile güzellemesinden çok, ‘aile cehennemi’ne ilişkin bir eksende gelişen ‘Sessiz Çığlık’, kuşkusuz ilginç ve seyredeğer bir film.

Sungu Çapan

Aralara giren bir anlatıcı ses eşliğinde, edebi tatlar da içeren “Tekrar” (2011) ve eski bir uyuşturucu bağımlısının tedavi sonrası ilk günündeki huzursuzluğa, tedirginliğe kamera tutan “Oslo, 31 Ağustos” (2011) adlı 2 filmiyle son dönemde sinefillerin gönlünde taht kurmuş, Norveçli genç sinemacı Joachim Trier’in, demirbaş senaristi ve kankası Eskil Vogt’la birlikte kotarıp çektikleri, 2015 Cannes festivalinde de yarışma bölümüne seçilmiş, adını da The Smiths grubunun 1987 tarihli albümünden alan, yeni filmi “Louder Than Bombs”, “Sessiz Çığlık” gösterimde.

Keskin gözlemler Amerikan banliyösündeki, birbirleriyle pek görüşmeyen ana, baba ve 2 oğuldan oluşan bir aile, gözü kara bir savaş fotoğrafçısı olarak çok tehlikeli Ortadoğu coğrafyasında çalışıp tanık olduğu büyük acıları kaydedip çekmiş ama bir trafik kazasına kurban gitmiş, hayat dolu annelerinin (Isabelle Huppert) anısına düzenlenen bir sergi için biraraya gelir. 2 oğlunun da mesafeli durduğu, tehlikeli mesleği nedeniyle öteden beri hep karısı için endişelenmiş, lise öğretmenliği yapan, eski aktör, baba Gene (Gabriel Byrne), hikâyenin başında baba oluşunu izlediğimiz, sosyoloji profesörü büyük oğul Jonah’la (Jesse Eisenberg) abuk sabuk bilgisayar oyunlarıyla savaş-şiddet ağırlıklı videoların hastası, içe dönük, suskun, küçük oğlu Conrad’ın (Devin Druid) arasını bulmaya ve topluca huzura kavuşturmaya çalışır aileyi.

Depresyondaki annenin ölümünün, torunun (Jonah’ın oğlu) doğumuyla dengelediği filmde yönetmen Trier-senarist Vogt ikilisi, 4 karakter aracılığıyla ele alınan aileyi ince ince, özenle işliyor, eski anılar ve keskin gözlemlerle yakın geçmişle şimdiki zaman arasında gidip gelen, inişli çıkışlı bir anlatım üzerinden.

 

İç monologlar

Çözülen bir aile güzellemesinden çok, “aile cehennemi”ne ilişkin bir eksende gelişen “Sessiz Çığlık”, yaralı karakter incelemeleri, bireysel bunaltı ve yalnızlık tasvirleri, kesik kesik anımsamalar ve iç monologlarla yürüyen, ABD’de, hem de Amerikalı, Fransız, İrlandalı yıldızlardan oluşan bir oyuncu kadrosuyla çekilmiş, sonuçta mükemmel değilse de kuşkusuz ilginç ve seyredeğer bir film kuzeyden gelen.

 

'Danimarkalı Kız' İçimdeki Kadın

1926’nın Kopenhag’ında Akademi’de öğrenciyken tanışıp evlenmiş ressam bir çift. Koca Einar (Eddie Redmayne) manzara resimleri yaparken karısı Gerda (Alicia Vikander) portre ressamı. Öylesine makyaj yapıp kadın giysileri giydirdiği, azıcık efemine kocasının içindeki (Lili adını taktıkları) gizli kadının böylece açığa çıkmasına sebep oluyor Gerda istemeden.

Zaten çocukluğunda arkadaşı Hans’la (Matthias Schoenae) masumca bir vukuatı olan Einar’ın çevreye kuzeni olarak tanıtılan Lili karakteri gittikçe Einar’ın yerini alırken Gerda’nın model olarak Lili’yi kullanarak yaptığı tablolar da kapış kapış gidiyor ve Gerda namlı bir Paris galerisinden çağrı alıyor sergi açması için.

 

Biyografimsi bir dram

Bu arada Henrik (Ben Whishaw) adlı bir yakışıklı da körkütük âşık oluyor Lili’ye, vs. vs. Görünürde 6 yıllık evli, karısıyla mutlu, kadınımsı Einar’ın cinsel kimliğini keşfetme sürecini anlatan “The Danish Girl- Danimarkalı Kız”, Lili Elbe-Gerde Wegener’in anılarını aktaran bir kitaptan yönetmen Tom Hooper eliyle perdeye uyarlanmış, oyunculuğu, özenli sanat yönetimi ve başarılı görselliğiyle göz dolduran, biyografimsi bir dram. Beylik konusu bir yana, özellikle Einar’ken gitgide kadın olmayı benimseyen Lili rolündeki Eddie Redmayne’ın ödüllük performansıyla akılda kalıyor “Danimarkalı Kız”.

 

Taytlı bir antikahraman!

Hollywood’a bitmez tükenmez malzeme kaynağı olagelen Marvel çizgi romanlarının sinemaya son transferi “Deadpool”un kara mizahı daha jenerikte başlıyor, bu dangalak bir yönetmenin eseri, tam bir hıyar yapımcının filmidir diye!

Habire kahraman olmadığını belirten, Freddy Krueger kadar, çirkin paralı asker Wade Wilson’un (Ryan Reynolds) akıllara seza serüvenlerinin yanı sıra bir de Wade’le bir içim su Vanessa’nın (Morena Baccarin) seksi aşk hikâyesini hip-hop müziği eşliğinde anlatan “Deadpool”, X-Men, Wolverine, vb. gibi son dönemin iyi gişe yapan, taytlı süper kahraman filmlerini sarakaya alan, son derece matrak bir aksiyon-macera komedisi kokteyli özetle. Baştan sona dikkat isteyen, yerli- yersiz, abuk sabuk ama gırgır, espri ve göndermeler bombardımanı halinde seyreden bu film, hayli abartılı, grotesk ama fantastik ve eğlencelik bir kara mizah yaklaşımının ürünü.