Bildiğimi mi okuyorum bilmiyorum ama...

Gonca Vuslateri görünenin ve yaşandığını sandığımızın aksine kendini olduğu gibi kabul etmek için terazinin bir kefesine dünyayı koyuyor. Ama biliyor da nereye giderse gitsin ‘huyların ve anıların’ yeni bir hayat kuracağını. Kendini insanlara mesaj ileten bir köprü olarak görüyor. Sesiyle her sesi bastırmayı da biliyor. Şimdi ise kafasında başka şeytanlıklar var!

Ali Deniz Uslu / Cumhuriyet

Gonca Vuslateri'yi anlatmak zor. Pek çok keskin uç onda birarada. Bana sorarsanız Vuslateri bir medeniyeti yıkıp, olmayan yere bir medeniyet getirebilir. Kendine rağmen yaşamayı biliyor, direnmeyi de. Şu aralar fark ettiği kararlarının daha keskinleşmiş olduğu. Gonca Vuslateri ile yaptığımız röportajlar ise senaryosu çekilirken yazılan filmler gibi oluyor hep. Belki de paylaşılmaması gereken dost sohbeti gibi... Bu röportaj biraz da bulmacaya benziyor. Bilmiyorsanız öğreneceğiniz, unuttuysanız hatırlamak istemeniz olası pek çok sinema sahnesi de hikayemize destek oluyor. Röportajın sonunda Google'da epey zaman geçirmeniz olası. Bu arada Gonca Vuslateri gece hayatına farklı bir eğlence anlayışı getirmek için kollarını sıvadı. Dublin'de aklına düşmüş bu fikir. Şimdi Babylon ile bu proje için çalışıyor, ismi de “Dublin Spot at Babylon Lounge”. Derdi iyi kokteyller, sıkı sohbetler ve kaliteli müzik.

-“Hayatında ve oyuncu tarafında yırtıcı ve bıçkın. Kadın tarafında kırılgan” demiştik bundan üç yıl önceki röportajımızda. Değiştin mi, ne kadar değiştin, ne kadar törpüledin kendini ya da zararsız hatlarını ne kadar keskinleştirdin?

Bu konuda kalıcı bir şey söylemek çok zor Ali. Tutarsızlık, dünyanın vedasız göç hikayeleri gibi. Nereye giderse gitsin ‘huylar ve anılar’ yeni bir hayat kuracaktır kendine; hele ki kendini olduğun gibi kabul etmek için terazinin bir kefesine de dünyayı koyuyorsan. Törpü ve zararsızlık da dolayısıyla Gonca oluşumun neresinde direniyor bilmiyorum. Huzurlu bir hayat için dikenlerim olduğunu ve başkası elleriyle kavrayıp gövdemden çekiştirmedikçe kimsenin avuçlarına kan oturtacağımı sanmıyorum. Demek ki neymiş, kararlarım keskinleşmiş! Ben de şu an anladım.

- “Torunuma şiir yazıyorum” demiştin. Şiirlerini paylaşmanın zamanı gelmedi mi?

Geldi! Onunla konuşacak uzun hikayeler biriktiriyorum. Kısa anlatılar da dahil olmak üzere.

-Peki, bildiğini okumaktan yorulmadın mı?

Okumaktan hiç yorulmadım ama bildiğimden mi ondan emin değilim. Bana kalsa kendince bilir kişi olmanın uzun detaylarını beynin kimyasını ve işleyişini bilen birine sormak gerekiyor. Çünkü anatomide “pek ukala” bir hücre yok. Olsa sarmal alınganlık ölümleri de gerçekleşirdi galiba (gülüyor Gonca) Lakin Şebnem (Sönmez) hocamın dediği bir laf vardır kimya ile imlanın kavgasız geçinebileceği; “Gereklilik, şarttır!” Bildiğimi mi okuyorum bilmiyorum ama, hastasıyım kendimin!

-Tüm bu şöhret ve görünürlük halinin ötesinde hep başka bir yerdesin. Kendinden uzaklaşabildin mi peki, ya da cinayeti işlediğin yere sık sık geri mi dönüyorsun?

Benim dünyamda ölüm yok, saçma bir mutluluk da yok. Bu ikisi arasında bir keşife soyunmuşum şöhrete laf bile düşmez. Ben insanlara mesajlar ileten bir köprüyü canlandırıyorum 1986’dan başlayan tekamülümde. Şiir, şarkı, tiyatro, dans, resim ve daha nice elimden gelen şeylerle. Dünyaya katkısı varsa ne mutlu, dünya da buna “şöhret” diyorsa, o da dünyanın görüşü. Göründüğümden de bir adım öteye gidemiyorum. Kocaman ellerini açıp bağırıyor birisi “Gonca Vuslateri, ben sizin yeteneğinize hayranım!” diye.. Şimdi ben onun önünde nasıl eğilmem, nasıl kafamı onların göğsüne bastırmam. Bu beni göründüğümden öteye götürür işte. Sevilmekten ve sevmekten başka öte yok!

BÜYÜMEK EN ÇOK DA CESARETİ KIRIŞTIRIYOR

- Ülkenin hali ortada. Ya hainsin ya kahraman! Tabii bu tanım da çoğunluğa ve tarafa göre değişiyor. Nefretin ve düşmanlığı kutsandığını düşündün zamanlar oluyor mu?

Büyük bir yüzleşme sanırım. Ülke her şeyin üstesinden gelmiş. Dualar, köprüler, müzeler, anılar dipdibe yaşayan bir şehir. İlk okulda sınıfı susturma görevi herkesten daha yüksek seste bağırana verilirdi hani. Kaç kişi saçma bulurdu o anı, o sınıftan beş parmağı geçmez. Geçerse o entellektüelizm olurdu herhalde. Apocalypto filmi gibi, bir koşuyoruz ordan oraya en ilkel yürekle. Ama ne diyor hayat Forest'ın arkasından “run!!! runn Forest!!” diye bağıran kıza teşekkür etmezse şerefsizdir diyor. O Forest’ın Allah öyle bir belasını versin ki diyor, zaten vermezse ben vereceğim diyor. Forest’in intikamı alınıyor elbette ama ne oluyor kadın da hala Forest’ın gerisinde kalıyor. Koşan adamı kızın gözünden izliyorsun çünkü. Buna gülümseyeceğini biliyordum. Hep röportajlarda yazarlar parantez içinde “gülüyor” diye. Sen güldüğün her yere kendini de iliştir olur mu Ali. Sen gazetenin bahçesinde joplandığın gün nasıl gülmediysen ben de seni tanımadan o kadar gülmemiştim işte. Şimdi ülkenin geldiği yere bak. Neyse ki hayatımızı kolaylaştırıyor bunca şey, 40 sene sonra bunadığımda yolda birini durdurup “ben sizi nerden tanıyorum?” diye sorsam, muhtemelen “ben de mağdurdum” diyecek ve sonra “oo! kardeşim nasılsın?” deyip uzun uzun sohbet edeceğiz. Kısacası hafifleyecek her şey... Geçmeyecek elbet, yeri gelecek içimiz el vermeyecek, yeri gelecek izin vermeyeceğiz geçmesine. Yüreğe verilen acıların sahipleri de ağırsızlaşacaklar, hafiflemeyecekler elbette. Böyle böyle “bir dönemin” evladı olacağız işte, sessizleşerek. Büyümek en çok da cesareti kırıştırıyor.

-Yanında olmanın hep tehlikeli ve tuhaf bir yanı var. Belki çok uçuk bir örnek ama balkonda çay içerken anlamsız bir şekilde aşağı atlasan buna şaşırmam. Çok mu fantezi bu söylediğim?

Ben ne diyorum senin için sen ne diyorsun! Ben senin yanında balkondan aşağı atlasam ve sen şaşırmasan, sana üzülen daha çok olmaz mı? Bir de not iliştiririm cebime “Ali’nin şaşmazlığına gitsin bu intihar” diye. Al başına belayı... Yanımda olmak çok tehlikeli ve her şeyde aşırı kar hesabı yapıyorum. Kucaklaşmayı hak etmeyen balkonların yanında benim ki yamaç paraşütü. Öldü denmez buna vallaha uçtu derler ancak.

ŞİFRELİ AŞK CEVABI; TÜRK KADINI “AVUNMA SANATI” USTASI

- Aşk nerede şimdi?

Her zaman, her yerde. Beyin ne tuhaf çalışan bir mekanizma ki gerçekleştirdiği eylemlerle, hayal ettiklerini aynı kapsülde saklıyor. Bunu biliyor muydun sen, hayal ediyorsun, beyin “yaşandı” diyor.  Aşk var Ali. Çünkü hep varmış. Sadece bazen beş yüz metre öteden bakıp birine Matrix filminde ki Neo gibi “aha! Kung Fu biliyorum!” diyorum ve hiç ilişmiyorum. Bir tiyatro yönetmenim bana Pai Mei derdi. Hani şu Kill Bill serisinde Uma’ya bildiği her şeyi öğreten amca. Bai Mei diye bir adam varmış gerçekten de biliyor musun? Savunma sanatı ustasıymış. Filmin sonunu bilirsin hani kadın sevdiği adamı öldürmek için beş kez kalbine dokunur. O kalbe dokunabilmek için iki film boyunca öldürmediği de adam kalmaz. Ve film kadının kahramanlığı ile değil, çok yorgun olmasıyla biter. Ee Türk kadını da “Avunma Sanatı” ustası, al sana şifreli aşk cevabı!

- Ve “keşkeler” var mı ya da pişmanlıklar. Bir yandan da hiç pişman olmayacak bir yapın var gibi. Hayattan ne gelirse “eyvallah” demeyi biliyor gibisin

-Yok yahu, çok var pişmanlıklarım. Konuşan biriyim çünkü, bu da söyleneni kalıcı yaptığı için ben de kalıcıymışım gibi oluyor. Var pişmanlıklarım ama başka alternatif de yokmuş.

MAYIS AYI GÜLEREK GEÇSİN İSTİYORUM

- Evet ve şimdi Dublin sonrası kafanda oluşan şeytani fikirden bahsedelim. Babylon için bir fikir ortaklığı söz konusu sanırım. “Dublin Spot at Babylon Lounge” olayı nedir, nedir derdin?

Dublin’e film festivaline gittim ben ve bayıldım oraya. Özellikle gece hayatına, inanılmaz çekici geldi her şeyiyle. Bir kere geliyorum hayata neden olmasın diyerekten Babylon ile böyle bir projeye giriştim. Babylon benim için hayal ötesi değerli mekan çünkü. Hem sahne almayan biri olduğum için kendi adıma orada bir şey yapmak harika olacak. Günlerini ve zamanını herkese bildireceğim, tam Dublin kafası bir iş yapacağız. Ayaküstü güzel kokteyller sohbetler ve müzik olacak. Bu Mayıs ayı gülümseyerek geçsin istiyorum. Bu mutlu projeyi bitirdiğimde gidip Dublin’e kafa dağıtacağım. Kaldığım otelde John Hurt ile karşılaşmaktan tut, lobiden dışarı bakan bahçede koca bir James Joyce heykeli ve Dublin halkının sadeliği, herkesi olduğu gibi kabul etme hali... Bayıldım diyebilirim. Mekansal havasını da getiriyoruz buraya. Heyecanlıyım ben, umarım seversiniz.

-İnsanların “şimdi” ile sorunu var. O da yani anı yaşamaktan ziyade paylaşmayı ama paylaşmak da ilk anlamıyla duyguyla coşkuyla değil sosyal medya üzerinden “aha bu” anlamında. Böyle olunca da ne eğlence kalıyor, ne samimiyet. Niye eğlenemiyoruz?

Eskiden konuyu dağıtmak için eğlenilirdi. Eğlence yoluyla insanlara dersler verilirdi. Şimdi öğrenime kapalı bir eğlence anlayışı oldu bu anlamda. Eğlenirken de bölünüyoruz. Lakin bölündükçe çoğalıyoruz. Bu da yeni bir anlayış getirecek elbette. 2080’de bizim antikamız da telefonlarımız olacak belki de. Instagram ve twitter şifreleri miras bırakacağız. Nereye gidiyoruz bilmiyorum. Fakat “kalite” acayip keskinleşiyor, olduğu yerde. O kısımları tercih etme şıklığımız var. Eskiden bu tercih yüksek gelirli sınıflarındı, şimdi herkesin hakkı istediği yeri bir eğlence anı’na dönüştürmek. İyi bir fotoğraf makinasının emirleri vardır. Ben eğlenirken kusursuz hissetmek için o emre sık sık dönüş yaparım içimde. “Gülümseyinnn!”