Bienalin isimsiz simgesine övgü
Beş ayrı yapıtıyla 12. İstanbul Bienali'nin esin kaynağı olan Küba asıllı ABD'li kavramsal sanatçı Felix Gonzalez-Torres, varoluşçu ve kibar direniş biçimleriyle, içinde bulunduğu koşullara sevgiyle karşı koyan bir figür. Eserlerinin tümü için andığı 'potansiyel' izleyicisi, kendisi gibi 1991'de AIDS'ten ölen sevgilisi Ross Laycock olduğu kadar, amacı anlaşılmak ve yapıtlarının taşıdığı sevgi yüklü eleştirel mesajları eriştirmek olduğundan, herkesti de.
cumhuriyet.com.trKübalı-Amerikalı sanatçı Felix Gonzalez-Torres’in beş ayrı yapıtı, bilindiği gibi 12. Uluslararası İstanbul Bienali’nin ilham kaynağı. “İsimsiz” (Soyutlama), “İsimsiz” (Ross), “İsimsiz” (Pasaport), “İsimsiz” (Tarih), “İsimsiz” (Ateşli Silahla Ölüm) başlıkları altında bienalde yer alan beş karma sergiye ek olarak, bu meselelerle ilgili tartışmaları daha da ileriye taşıyacak 50’den fazla kişisel sunum da var.
Gonzalez-Torres’in bir röportajında da dile getirdiği “politik olan kişiseldir; kişisel olan politiktir” ifadesi, çağdaş sanatta bireycilik ve hırsın yerine, bireysellik, empati ve sosyal tabanlı, demokratik ve evrensel insan haklarından taraf “mikro” devrimcilik taleplerinin fitilini ateşleyen önemli bir unsur.
Sanatçının, takvim, yapboz, kâğıt yığınları, şeker kümeleri, tele dizilmiş ampuller, dilbilimsel portreler ve fotoğraflardan oluşan serilerinin tümü, biçimsel özellikleriyle öne çıkıyor; ancak sanatçının tüm işlerinde estetik biçim ile açık uçlu içerik arasında sağlam bir denge bulunuyor.
Bir tevazu anti-abidesi sayılabilecek, yokluğunu varlığıyla, varlığını yokluğuyla yapıtlarında duyumsatan Gonzalez-Torres, belki de bu yüzden işlerini çıplaklaştırdıkça onlara yeni varlık ve bilinç kostümleri giydirmeyi bildi. Kendine bağlı (ama bağımlı değil) kalırken değişip, mesajı, taşıyıcının ta kendisi haline getirebilmeyi başardı.
Gonzales-Torres’in bir ışıkta, bir afişte, fotoğrafta ya da duvar ilanında kendisini ifade ettiği kişiselliğin, aynı zamanda toplumsala çözünebilirliğindeki beceri, yapıtlarına verilebilecek en saf değeri anlamamıza büyük ölçüde fırsat veriyor.
Konu edindiği şeyleri yalınlaştırıp “minimalize” ederken onların ne belleğini, ne de cüssesini hunharca kurutan, aksine yoğunlaştırdıkça taşıdıkları mesajı etrafa yayan sanatçının belli anlatıları mümkün olduğunca etrafa “bulaştırıyor” oluşunda, bir çiçeğin polenlerini salmasındaki kendiliğindenlik ve cömertlik yatıyor.
Bu bulaştırma meselesi aynı zamanda oldukça kibar bir kabulleniş ve dönüştürme başarısının da bir nüvesi. Eserlerinin tümü için andığı “potansiyel” izleyicisi, kendisi gibi 1991’de AIDS’ten yitirdiği sevgilisi Ross Laycock olduğu kadar, amacı anlaşılmak ve taşıdıkları sevgi yüklü eleştirel mesajları eriştirmek olduğundan, herkesti de.
Ağzımıza attığımız şekerlemeler bazen ışıltılı bir ambalajın ardında insanı çürüten ballı zehriyle bugünkü ABD’nin tadına dönüşüyor; bazen sanatçının sevgilisi Ross’un ölü bedeninden gram gram eksilen tatlı bir hatıraya evriliyordu. Öyle ki, kimi izleyicilerin bu şekerler azalıp da Ross kaybedilmesin diye şekerleri almamaya direndiği bile biliniyordu.
1958’de Küba’da doğan 1996’da ABD’de hayata veda eden sanatçı, aynı zamanda küratörlüğünü Rosa Martinez’in üstlendiği 5. İstanbul Bienali’nde de ABD’yi temsil etmişti.
12. İstanbul Bienali’ne bu kez yokluğuyla varlık katarak ölümsüzlüğünü perçinleyen Gonzalez-Torres, varoluşçu ve kibar direniş biçimleriyle, içinde bulunduğu koşullara sevgiyle karşı koyan bir figür olarak hep anımsanacak.