Beyazperdenin unutulmaz izolasyon filmleri

Yalnızlık, bir yerde kapalı kalma ve sıkışmışlık… “Arka Pencere”den “Panik Odası”na beyazperdenin unutulmaz izolasyon filmlerini sizin için derledik.

Emrah Kolukısa

Koronavirüs salgını yüzünden yaşadığımız karantina koşulları akla beyazperdede benzer durumları konu edinen filmleri getiriyor. İşte izolasyonu anlatan ya da başrolündeki karakterin bir şekilde izolasyona maruz kaldığı 10 film.


“Arka Pencere” (1954)

Alfred Hitchcock’un unutulmaz klasiği “Arka Pencere” (“Rear Window”) bacağı kırıldığı için bir sandalyeye mahkum kalan bir fotoğrafçının başından geçenleri anlatıyor. Bütün gün elinde dürbünü ve fotoğraf makşinesiyle evinin penceresinden oturduğu apartmanın etrafındaki daireleri gözetleyen fotoğrafçı (James Stewart) karşı dairelerden birinde bir cinayet işlendiğine tanık olur. ne var ki gördüklerini başkalarına inandırmakta güçlük çekecektir. 1954 tarihli bu sinema şaheserinde Stewart’a dönemin en ünlü kadın yıldızlarından Grace Kelly eşlik ediyor. Hitchcock’un tek mekanın kısıtlayıcılığını dahiyene bir şekilde aştığı film bugün sinema okullarında ders olarak okutulan yapımlardan.

“Cast Away” (2000)

Türkiye’de “Yeni Hayat” adıyla vizyona çıkan “Cast Away” başrolünü Tom Hanks’in oynadığı modern bir Robinson Cruseo uyarlaması. Robert Zemeckis’in yönettiği filmde geçirdiği uçak kazası sonrası ıssız bir adaya düşen ve burada yapayalnız bir şekilde hayatta kalma mücadelesi veren bir işadamının başından geçenlere tanık oluyoruz. Koronavirüs salgınının ilk haftalarında Avustralya’dayken eşi Rirta Wilson ile birlikte Covid-19 pozitif çıkan Hanks’in izolasyon konulu bir listede en üstlerde yer alması da ayrıca ironik bir durum kabul edersiniz ki.


“The Martian” (2015)

Bu da bir nevi uzayda Robinson Cruseo… Andy Weir’in aynı adlı romanından beyazperdeye uyarlanan ve Ridley Scott’ın yönettiği filmde Mars’ta tek başına yaşayan bir NASA bilimadamının hayata tutunma mücadelesi anlatılıyor. Matt Damon’ın oynadığı filmde 2035 yılına gidiyoruz ve  Mars’ta görev yapan bir NASA ekibinin şiddetli bir fırtınada biri hariç tümünün ölmesi sonucu olup bitenleri izliyoruz. Tek başına kalan astronot Mark Watney her şeye sıfırdan başlayacak ve elinde kalan azıcık malzeme ve erzakla hayatta kalmanın bir yolunu bulmaya çalışacaktır.


“Moon” (2009) 

Sam Rockwell’in üç yıl boyunca Ay’daki bir üste tek başına yaşayan bir adamı canlandırdığı “Moon” izolasyonun psikolojik etkilerini de ele alan bir bilim-kurgu. Petrolün artık tamamen tükendiği bir yakın gelecekte Ay’da bulunan helium-3 maddesinin alternatif bier enerji kaynağı olarak kullanılmasına yönelik çalışmalar yapan Sam Bell’in yavaş yavaş gerçeklikle bağının kopuşunu anlatıyor. Duncan Jones’un (David Bowie’nin oğlu olur kendisi) ilk yönetmenlik çalışması olan “Moon” (ki filmde sesiyle Kevin Spacey de var) ilk gösterimini Sundance’te yapmış ve bir hayli olumlu eleştiriler almıştı. Film 10 milyon dolarlık bütçesini gişede zar zor çıkarabildi, o ayrı.


“Gravity” (2013)

Tabii ki uzay ve yalnızlık denince akla gelen bir diğer film de “Gravity”. Sandra Bullock’un tek başına uzay boluğunda oradan oraya savrulduğu film tam bir teknoloji harikası. Alfonso Cuaron’a En İyi Yönetmen Oscar’ını getiren film (ki toplamda 7 Oscar almıştı) yalnızlık duygusunun en çarpıcı bir şekilde izleyiciye geçtiği yapımlardan biri şüphesiz.

“I Am Legend” (2007)

Richard Matheson’ın bilim-kurgu edebiyatının klasikleri arasında gösterilen aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan “I Am Legend” (“Ben Efsaneyim”) neredeyse tamamen boş bir New York’ta geçiyor. Neredeyse tamamen diyorum zira Dünya nüfusunun %90’ını öldüren bir virüsten canlı kurtulan çok küçük bir bölüm yamyama dönüşmüş vampirik canavarlar halinde karanlıklarda saklanıyorlar ve gece olunca ortaya çıkıp avlanmaya başlıyorlar. Koca kentte tek başına (bir de köpeği var, pardon) sokakları turlayan Robert Neville ise bir yandan tedavi için bir aşı bulmaya çalışmakta bir yandan da hayatta kalmak için türlü numaralar çevirmektedir. Aynı romanın 3. sinema uyarlaması olan filmde izole olmuş karakteri Will Smith canlandırıyor. Korku türündeki film sağlam bir de gişe hasılatı yapmıştı.


“127 Saat” (2010)

Danny Boyle’un gerçek bir olaydan hareketle çektiği “127 Saat” (“127 Hours”) bir trekking sırasında iki dev kayanın arasına düşen ve kolu sıkıştığı için oradan kurtulamayan dağcı Aron Ralston’ın tüyler ürpertici hikâyesini anlatıyor. James Franco’nun başrolünü oynadığı ve 127 saat boyunca tek başına iki kayanın arasında kalan Ralston’ın büyük bir fedakarlık yaparak hayatını kurtardığı film 2010 yılında gösterime çıkmış ve 6 dalda Oscar’a aday olmuştu. Kabus gibi geçen 6 günü anlatan “127 Saat” doğanın geniş yalnızlığında kısılı kalan insanın neleri göze alabileceğinin çarpıcı bir yansıması.


“Buried” (2010)

Bir tabutun içinde, hem de toprağın altındaki bir tabutun içinde uyanan bir adam… Kabus gibi, değil mi? Yanında sadece bir çakmak ve cep telefonuyla kendini bir tabuta hapsedilmiş bulan Paul Conroy (Ryan Reynolds) klostrofobik kelimesinin hafif kaçacağı 95 dakikalık bu ruh karartıcı macerada yalnızlık, sıkışmışlık, kapatılmışlık, izole edilmişlik gibi çeşitli kavramlarla tarif edilecek durumdan kurtulmak için debelenip durur. Ryan Reynolds’un tek başına oynadığı “Buried”in (bizde “Toprak Altında” adıyla oynamıştı) oyuncu kadrosunda başka isimler de var ama onların hepsi sesleriyle eşlik ediyorlar Reynolds’a.


“Panic Room” (2002)

 Vizyona “Panik Odası” adıyla giren ve David Fincher’ın yönettiği “Panic Room” bir gece vakti evlerine giren adamlardan kurtulmak için kızı ile birlikte kendisini evdeki küçük ama emniyetli odaya hapseden Meg’in hikâyesini anlatıyor. İlk rollerinden birinde izlediğimizi Kristen Stewart ile Jodie Foster’ın başrollerini paylaştığı filmin senaryosu içinde hemen her türlü ihtiyacı barındıran (yemek, içecek, kılık kıyafet vs) bu tarz emniyetli odaların ilginç bir şekilde moda olduğu 2000’li yıllarda David Koepp tarafından yazılmıştı. Özellikle Foster’ın oyunculuğuna yaslanan film büyük kısmı tek bir odanın içinde geçen ve izleyiciye o odadan çıkmayı değil de dışarıdakileri odanın dışında tutmayı dileten gerilimiyle Fincher’ın ilk dönem işleri arasında özel bir yere sahip.


“El Angel Exterminador” (1962)

Bir klasik ile sonlandıralım listemizi. Dünya sinemasının en önemli ustalarından İspanyol yönetmen Luis Bunuel’in 1962 tarihli filmi “El Angel Exterminador” (Yok Edici Melek) tabii ki sürrealist sinema denince akla ilk gelen başyapıtlardan biri. Burjuva  ve varsıl bir ailenin evindeki bir akşam yemeği davetinde geçen film gecenin geç saatlerine gelindiğinde dahi evi terk edemeyen insanların kendilerinin de anlamadığı şekilde bu gösterişli ama gitgide başka bir şeye dönüşen salonda hapsolmalarını anlatıyor. Neden çıkamadıklarını bilmiyorlar (biz de bilmiyoruz) ama çıkamıyorlar. Bir süre sonra tuvalet ihtiyaçlarını bile salonda buldukları lüks kaselerle gidermeye başlayan topluluk izole oldukları bu yerde her türlü insani vasıflarını yitirecektir. Sembolik okumalara ve farklı yorumlara açık olsa da şurası bir gerçek; tokat gibi bir film “El Angel Exterminador”.