Beyaz dil, kara dünya... Oğuz Demiralp'in yazısı
Kimi yazarlar yaşarken iyi kötü tanınır, ama öldükten sonra unutulur, onyıllar, bazen yüzyıllar geçer, yeniden gündeme gelir. İşte Fransız Emmanuel Bove (1898 - 1945). Yaşarken tutulan bir yazarmış, Rilke’den, Gide’den aferin almış. Max Jacob da çok beğenirmiş. 1977’de ilk iki romanının yeniden basımına kadar kadar silinmiş belleklerden.
Oğuz Demiralp / Cumhuriyet Kitap EkiGerçi Samuel Beckett, 1950 yılında ‘kimi okuyalım?’ sorusuna, ‘Bove’u... Onun gibi canalıcı ayrıntıları kavrayan kimse yok’ gibi bir yanıt vermiş ama hep diyoruz ya, edebiyat ile edebiyat piyasası örtüşmez her dem. Bu bağlamda gözden kaçmamalı: Bove’un unutulduğu dönem Fransa’nın Utkun Otuzlar (Les Trente Glorieuses: 1945 -1975) denen parlak yıllarıyla örtüşmektedir. O dönemde Fransız kültür yaşamının Bove gibi karamsar ve sahne ışıklarını sevmeyen bir yazarı anımsama gereksinimi yoktu.
Gerçekten de, Bove La Bohème yıllarının yazarı değildir. Bove’u raftan indirenler arasında Peter Handke, Wim Wenders, John Ashbery gibi isimler de var. Ben Bove ile 2003 yılında en ünlü romanı Mes amis’yi (Arkadaşlarım) okuyarak tanıştım. Beğenmiştim, içerik açısından da yeni bir aylak adam, yeni bir Oğuz Atay kahramanı keşfetmiştim.
Aynı yılın sonuna doğru Europe dergisi bir Bove sayısı çıkararak anımsadı 1927’de önemli bir metnini bastığı yazarı. Bove’a ilişkin bilgim arttı. Bove’un otuzu aşkın kitabından birkaçını daha okudum. Orada kaldım. Birkaç ay önce Mes Amis’in Türkçesinin (Arkadaşlarım) Can Yayınlarınca yayınlandı. Korona girdi araya, henüz görmedim, ama ödüllü çevirmen Neşe Erbaş’ın iyi iş yaptığını varsayıyorum.
FRANSA’NIN KARANLIK ARKA SOKAKLARI
Bove kendine özgü bir dünya kurabilmiş yazarlardan. Hayatın dışladığı ya da hayatı ıskalamış güçsüz, sıradan kişileri anlatır. İki savaş arası Fransa’nın karanlık arka sokaklarında dolanır. Ürkütücülük, üzücülük, grotesklik iç içe. Siyah beyaz film gibidir anlatıları.
Europe’un 1927’de yayımladığı metninde bir kasabayı nasıl anlattığına şu alıntı örnektir: “Hava sisli, evler talim saatindeki kışlalar gibi boş olduğunda (...) ağır bir yeis çöker Becon - les - Bruyeres’in üstüne.”
Yarattığı atmosferi düşününce çağdaşı dışavurumcu Alman filmler aklıma geliyor. Bove 1924 yılında ilk öyküsü olan Le Crime d’Une Nuit (Bir Gece Cinayeti diyelim) ile Colette’in dikkatini çekmiş, ama bu öyküden önce ilk romanı Arkadaşlarım yayınlanmış. Ardından Armand romanı gelmiş.
Bunların yanı sıra okuduğum öteki metinleri, okumadıklarımla ilgili olarak gördüğüm yorumları düşününce Arkadaşlarım romanının ayrı bir önemi olduğu sonucuna varıyorum.
Bir savaş gazisinin ağzından bir romandır Arkadaşlarım. Kenara atılmış, azıcık emekli maaşına kalmıştır kahramanımız. Birinci dünya savaşında ağır yaralanmış ve madalya almış olmasının artık anlam taşımadığı bir toplumsal ortamda yaşamaktadır. Bir yerde “Üzgün ve öfkeliydim. Bütün ömrümün yalnızlık ve yoksulluk içinde geçeceği izlenimi umutsuzluğumu arttırıyordu.” der. Boş gezenin boş kalfası, dört döner Paris sokaklarında. Dost arar, sevgili arar, eh! biraz da para arar. Romanın her bölümü bu yönlerde başarısız kalacak ayrı bir girişimidir. Dünya onsuz da değişip gider. Aslında sıradan sayılabilecek bu öykü müdür romanı ayrı kılan? Hayır, öykünün anlatılma biçimidir.
‘EDEBİYAT YAPMADAN’ İYİ YAZMAK
Başkişi çevresine, düzene, giderek kendine yabancılaşmış bir kişidir. Belki de bu yabancılaşmışlığın sonucu olarak iyi gözlemcidir. Olayların hem içindedir hem de dışındaymış gibi gözlemler. Kendini de seyreder. Gözle algılama önemlidir. Sinemalık sahneler okursunuz. Anlatıcı psikolojik bir derinlik yaratır gözlemlerinde. Ne kahramanımız ne de öteki kişiler güven verir. Ne kişiler ne de toplum sağlıklıdır. Ancak, genellikle yapıldığının tersine, kişilerin ruh hallerini bilgiçce irdelemek değil davranışlarını, devinilerini, özellikle anlamlı ayrıntıları yakalarak betimlemektir yöntemi, soğuk, nesnel bir anlatım.
Yorumculara göre, varoluşcuların, yeni romancıların biçeminin habercisidir Bove. Kısa, vurucu tümcelerle yazar. Marcel Proust’un uzun çetrefil, Flaubert’in kalıp gibi tümcelerini kanon eylemiş Fransız yazınının alışık olmadığı bir biçemdir bu. Ağdalı yazı Fransızcasının yerini kimileyin telegrafik bir yazım almıştır. Biçemden (üslup) soyunma, ‘edebiyat yapmak’tan kaçınma çabasıdır bu.. Le Crime D’une Nuit’de alıştırmasını yaptığı tarzdır.
Bove’un ‘edebiyat yapmadan’ iyi yazmasını Roland Barthes’ın “beyaz yazı”sına örnek tutanlar vardır. Barthes’ın, tanımını tam vermediği bu kavramı, yazmanın nötürleşerek bildiğimiz yazını değiştirmesi ve “insan sorunsalının” çıplak haline ulaşması olarak anladığını söyleyebiliriz. Barthes örnek diye Camus’ün Yabancı’sını gösterir. D
iğer bir örnek Jean Cayrol’un, toplama kamplarının zulmetini iskelet gibi kuru bir biçemle anlattığı olağanüstü metni Gece ve Sis’tir (Nuit ve Brouillard: Nazilerin faili meçhul cinayet sistemi -Nacht und Nebel). Minimalizm beyaz yazı’nın akrabasıdır; Houellebecq’in yavan biçemiyse düşman kardeşidir.
Karanlığın üstünü edebiyatla örtmemektir beyaz yazı. Edebiyatta anlatım biçimi ve biçem aynı zamanda bir duruştur. “... nötür yazı klasik sanatın ilksel koşulunu yeniden keşfeder: araçsallık. Ancak bu kez, biçimsel araç utkun bir ideolojinin hizmetinde değildir: yazarın yeni konumlanmasının tarzıdır. Bir sessizliğin varolma biçimidir.” derken Barthes, Bove’un duruşunu da anlatmış olur.
Beyaz yazı kara dünyaya bir kafa tutma duruşudur. Türkçe bu duruşa Fransızcadan çok daha uygundur. Ne yazık ki, bunu ayrımsayan yazarımız pek azdır.