'Bey Oğlu Bey'lerden Çemiş, Kıro, Maganda'ya...
cumhuriyet.com.trİstanbul kentsoylusu olarak şu “çemiş” sözcüğü beni oldum olası rahatsız etmiştir. Zira bu, Dersaadet döneminden kalma bir züppelik, bir kendini beğenmişlik tavrı idi benim için. Kırdan göçmüş vatandaş, doğal olarak İstanbul’un örf ve âdetlerine, gelenek ve göreneklerine tümü ile yabancı idi. Bu yabancı kalışta Osmanlı’nın İstanbul dışındaki taşrayı (dışarı) küçümsemesi, horlaması, adeta bir İngilizin Hintli ya da Pakistanlıya davranışına benziyordu. Daha açık söylersem Anadolu, Dersaadet’in sömürgesi gibi idi; köylüden aşarı -yolladığı “müsellah” tahsildarlar eliyle- metazori alır, garibanın tarlasındaki dertleriyle hemdert olmak aklının ucundan geçmezdi.
“Köylü milletin efendisidir” özdeyişi laf ola beri gele telaffuz edilmiş bir beyan (hatta bence özdeyiş) olmaktan öte, çok gayri insani bir buyurganlık davranışına da son vermiştir. Bu tutum 1948’de çok partili parlamenter sisteme geçişe dek, irili ufaklı arızlarla süregelmiştir. Payitaht olduğu dönemde İstanbullu gençlerin askere alınmamaları (nazik bedenleri incinmesin diye herhalde!?) bu bağlamda çok anlamlıdır. Açıkçası ciddi bir ayrımcılıktır otorite açısından. Oysa ülke yangın yerine döndüğünde (1. Dünya Savaşı ve sonrası) cepheye sürülen gençler de Anadolu’nun yiğit evlatları olmuştur.
Tüm bunları Osmanlı dönemini lekelemek, yermek, kötülemek için dile getirmiyorum. Tarihsel bir gerçeği anımsatıyorum ki yöneticilerin son dönemlerdeki tavırları daha anlaşılır olsun. Anadolu köylüsü 2. Dünya Savaşı sonrası açlık sınırına yaklaşan güçlüklerle karşılaştığında Washington’ın kucağına kendini teslim eden iktidarın, okyanusun ötesinden gelen Marshall Yardımı’na “mal bulmuş mağribi” gibi atlayarak bugünkü “teslimiyetçi” dış politikayı nasıl başlattığını anımsatmak istiyorum. O yılları üniversite öğrencisi, yeterince bilinçli bir vatandaş olarak izlemiş bendeniz, o gün de bugün de o ayıbı (vebali!) hâlâ duyumsamaktayım. Kısacası öylesine basiretsiz ve beceriksiz bir dış politika sonuçta ABD’den gelen traktörlerin tarlalara girmesi sonucu bu ırgatlar tarlanın dışında kalıverdi. İşte, temelde bu olgu (ve miras yolu ile parçalanan tarlasının verimsizleşmesi vb. etmenler de eklenince), köylü vatandaşın şiltesini sırtlayarak başta İstanbul olmak üzere büyük kentlere göçmesini kaçınılmaz kıldı.
Kırdan kente göç öyküsü, İstanbul özelinde Zeytinburnu (tekstil fabrikalarının varlığını da anımsatalım) ile Anadolu yakasında Beykoz sırtları gibi belediye zabıtasının -yıkım amacı ile- gelmesini zorlayacak yer seçimleri ile başlamış oldu. Sonrasını, benim kuşağım yaşayarak, sonraki kuşaklar öykülerle öğrenmiş ve gözlemlemiş olduk. Şimdi gelelim bu kırsal göçerlere takılan etiketlere. İlk göçenlerin Çemişgezek’ten geldikleri söylentisi bağlamı ile onlara yapıştırılan/yakıştırılan “çemiş” sıfatı, zaman içinde Güneydoğu’dan gelen (Kürt kökenli) vatandaşlar için “kıro” sıfatına dönüşmüştür. Giderek 2. hatta 3. kuşağı idrak eden bu sabık “gecekondu” (bugünkü varoşlular!) vatandaşları, evlatlarının eğitimine ciddi şekilde önem vererek onların geleceklerinin daha iyi olmasında katkılı olmuşlardır. İşte o kuşak bir yandan kentli (giyim kuşam, saç bakımı, hatta parfümlere dek, kızlı erkekli) bir görünüm kazandı. Ancak ve sadece konuşup, sohbet etmeye başlayınca kökenlerine ilişkin (yerel ağız-lehçe-vurgu vb.) ipuçları ele veriyorlardı. O kısmen hâlâ geçerlidir.
Dolayısıyla “züppe” İstanbul kent soylusu ona da bir sıfat buluverdi: Maganda. Kuşkusuz bu sıfat da diğerleri gibi bir küçümseme, giderek hakaret niteliğinde idi. Ama bir gerçeği de dile getirmekte yarar var; gördükleri (babalarına oranla daha üst düzeyde olan) eğitime karşın, evdeki töresel alışkanlıklar ve âdetler, günlük davranışlarından (yer yer bilinçaltının da taşması sonucu) kökenlerini ortaya çıkaran türden kaba saba edimlere dönüşebiliyordu. Kısacası saygıdeğer hocamız Doğan Kuban’ın bir saptayışında değindiği gibi “Ne köyündeki kazanılmış örf, âdet ve alışkanlıklarını taşıyabildiler ne de İstanbul’un kentsel/metropoliten yaşamına uyum sağlayabildiler.” Bu saptama 2012 itibarıyla geçerliliğini sürdürmektedir.