Betül Çotuksöken'den "Antropontoloji ya da İnsan-Varlıkbilgisi"

Betül Çotuksöken, “Antropontoloji ya da İnsan-Varlıkbilgisi” adlı kitabıyla felsefe literatürüne kattığı yeni kavramla okurlarla buluştu. Antropontoloji terimini, hem felsefenin temel bir disiplini hem de felsefi bir bakış açısı olarak tanımlayan Çotuksöken’le kitabıyla birlikte kavramın, insan eylemlerini ve dünyayı nasıl açıkladığını konuştuk.

Ali Bulunmaz / Cumhuriyet Kitap Eki

‘Antropontoloji bizi körleşmekten kurtarıyor’
 
- Günümüzdeki dil, yakın ve uzak geçmiştekine pek benzemiyor. Sorunları, kavramlar kullanarak aşmaya çalışanlar ile bunları inatla ve hırsla dilden kovmaya uğraşanların mücadelesi söz konusu. Ne oldu da kavramlar ve bilgi uzaklaşmaya başladı hayattan ve dilden?

-Öteden beri bu iki karşıt tutum var. Burada, kavramların var olanı katılaştırıp dondurduğunu ileri sürenlerle düşünmenin kavramsız olamayacağını savunanlar arasındaki karşıtlık söz konusu. Bir diğer düşünme-yazma doğrultusu da her ikisinden yana bir tavır takınarak düşünmeye çalışanları kapsıyor. Tekil-tümel gerilimindeki, tekilden yana tavır takınanlarla tümelden yana tavır takınanlar arasındaki farka benziyor bu. Ancak şu var ki bilgi, klasik bir deyimle var olanın “logos”un çatısı altında toplanarak derlenip toparlanmasıyla ortaya çıkar. Bu çatı, dayanağını ister var olanın kendine özgü sınırları içinde, ister öznenin genel olarak düşünme, daha ayrıntılı olarak da anlama yetisinin kalıpları, çerçeveleri içinde bulsun, tekili anlayıp kavramaya, hakkında bilgi edinmeye çalışmak, tekilden bir ölçüde de olsa uzaklaşmayı gerekli kılıyor; ona ilişkin bir mesafe kazanmayı, başka ve belki daha üst bir boyuta sıçramayı gerekli kılıyor. Bu yapılmadıkça bilgiye ulaşmak söz konusu değil.
 
“ANTROPONTOLOJİ, FELSEFE BİLGİSİNİN TEMELİ”

- Yeni kitabınızın odağında, antropoloji ve ontolojiden türetip felsefe literatürüne kattığınız “antropontoloji” kavramı var. Söyleşimizin devamındaki soru ve yanıtların daha anlaşılır olabilmesi için bu kavramı kısaca tanımlar mısınız?

- Felsefi söylemlerin hepsinin ortak paydasında, yöneldiği var olana ve özellikle var olanlar arasındaki ilişkilere değgin belirlemeler bulunuyor. “Var olan”ı, zengin içeriğini dikkate alarak belirlediğimizde, kalkış noktamızın ister dışdünyaya, ister düşünmeye, ister dile ilişkin, belli bir var olandan hareket ettiğini ileri sürebiliriz. Bu saptama, ontolojiyi ya da varlıkbilgisini temele koymamızı gerektirir. Ama öte yandan her var olan, asıl var oluşuna bir özne tarafından düşünüldüğü ve dile getirildiği zaman kavuştuğuna göre varlıkbilgisinin, insan temelli ve antropolojik olması kaçınılmaz. Varlıkbilgisi insana dayalı olmak zorunda; bu, mantıkça ve yapıca böyle; başka türlüsü de olamaz. Bu nedenle benim her ikisini antropolojiye öncelik vererek bir araya getirmem, varlık boyutuyla bilgi boyutunu ya da var olan düzlemiyle bilme düzlemini, insan ekseninde bütünleştirip barıştırma ve bir araya getirme çabasından başka bir şey değil. Öyleyse antropontoloji, hem felsefenin temel bir disiplinidir hem de felsefi bir bakış açısıdır. Antropontoloji felsefi düşünmenin, felsefe bilgisinin temelidir.

- Antropontoloji hangi ihtiyaçtan doğdu? Kavramın yaratım sürecini anlatır mısınız?

-Antropontoloji; felsefi söylemi, tüm felsefe tarihinin şimdiye kadarki gelişimini, oluşumunu doğru bir biçimde anlama çabasından hem de bu anlamaya rehberlik edecek, tam da insana yakışır, insan doğasıyla koşutluk içinde bir felsefi tutum belirleme isteminden doğdu. Yıllardır süren meta felsefe ya da felsefe üzerine felsefe çalışmalarım, beni sonunda bu noktaya getirdi. Temel felsefe kavramlarının toplamına ilişkin hesap verme çabası olarak gördüğüm metafizik açılımın bana göre hümanist nitelikte oluşu, insanın var olana dokunuşunun nabzının düşünmede ve dilde attığını bizzat gözlemleyip deneyimleme, insan bağlamına öncelik vermeyi gerekli kıldı. Üstelik var olandan da kopmanın imkânsızlığı, insanda (insanın düşünmesinde ve insanın dilinde/söyleminde) asıl var oluşunu kazanan, var olana ilişkin her türlü bilgilenme, belli bir insan-varlıkbilgisini ya da insan-ontolojisini; antropontolojiyi yaratmamı sağladı. Zamanla var olanlara ve var olanlar arasındaki ilişkilere antropontolojik açıdan bakmaya başladım. Biliyorsunuz iki yıldan beri İnsancıl dergisinde farklı bir felsefe tarihi bağlamında antropontolojik bir okuma çabası sürdürüyorum. Zaman zaman çok ileri gittiğimin de farkındayım: Madem ki düşünüyoruz ve dile getiriyoruz, işte bu son derece insanca bir tutumdur ve başkası da olamaz.

- Antropontoloji, hemen her gün tartışılan insan haklarına, etiğe ve eğitime dair konuşurken bakış açımızda nasıl değişiklikler meydana getirebilir?

- Antropontolojinin insana ilişkin, insan türünün en ortak paydasına ilişkin bir temel tezi var: “İnsan arada olan bir varlıktır.” O nedenle de bunalımlıdır ve kriz içindedir. Antropontolojiye gelinceye kadar bu temel üzerinde durulmamıştı. Filozoflar, insanın bunalımlı, sorunlu ve sorun gören bir varlık olduğunu keşfetmişti ama bunun da neye dayandığı üzerinde durulmuyordu. İnsan nasıl bir varlıktı ki farklı yapıda olanları (nesneyi, kavramı, terimi) bir araya getirebiliyordu? Antropontolojinin gözüyle dünyaya, var olana ve insana bakarsanız insansal duruşu ve durumu daha iyi kavrayabiliyorsunuz. İnsan hakları, dışdünyada doğrudan somut bir var olana karşılık gelen bir kavram değil; bu kavram, farklı niteliklerdeki eylemlerle örülü insan dünyasının zamanla ayırdına vardığı, hem insanın kendi gereksinimleriyle hem de eylem ilkeleriyle ve bunların taşıyıcı temeli değerlerle bağlantılı olarak ortaya çıkardığı bir kavram. İnsan, arada olmasaydı insan hakları gibi bir kavramı yaratması gerekmezdi. Öyleyse insan haklarının antropolojik, hatta ondan da öte antropontolojik temelleri söz konusu. İnsan hakları, var olmanın değil, bilme boyutunun bir kavramı.

Etik için de böyle. İnsan dünyası, eylemlerden ve onlar arasındaki ilişkilerden oluşuyor. Ağırlık noktası ve görünürlüğü olanlar, elbette eylemler. Eylemler arası ilişkileri bir bakıma kurguluyor, anlamlandırıyor ve yorumluyoruz, çoğunlukla da ne ise o olarak da değil; çeşitli yakıştırmalarla bu ilişkileri yorumlayıp değerlendiriyoruz. Eylemlerle, ilişkilerle, onların ardındaki niyetlerle ve değerlere dair yapılan çalışmalar, insanın arada oluşundan kaynaklanan birçok sorunu ortaya çıkarıyor ve antropontolojik temelli bir etik kavrayışla, insanı ve onun eylem-ilişki dünyasını anlamak çok daha isabetli. Çünkü insanın değerleriyle gereksinimleri ve çıkarları arasındaki gerilime dayanan, bunlar arasında sürüp giden yaşama dünyası, adına etik dediğimiz bilgi bağlamının önüne çok sayıda sorun koyuyor ve etik dediğimiz bilgi bağlamı, işte bu sorunlarla uğraşıyor. Eğitimi de olağanlığından çıkarıp çerçevelendirerek bilgi boyutuna taşıdığımızda sorunları görüyoruz. Eğitime ilişkin insansal eylem dünyası ve yine eğitimsel ilişki ağları, antropontolojik açıdan bakıldığında önümüze çok sayıda sorun çıkarıyor. Üzerinde durduğunuz sorunlu bölgeleri, “arada olma”nın yanı sıra “durum”, “duruş”, “karşılaşma” ve “karşılama” kavramlarıyla da açık kılmaya çalışıyorum. Örneğin; insan hakları, insanın ya da kişinin insan sorunları ve bu sorunların her birinin somut belirlenimi olan insanlık durumları karşısında geliştirdiği insanlığa ilişkin duruşu imliyor.


“VAKTİYLE ‘ŞİDDET’ SAYILMAYANLARA, ARTIK ‘ŞİDDET’ DENİYOR

- Âdil bir adaletle eşitsizlikleri giderecek bir dayanışma pek çok kişinin arzusu. Antropontolojik yaklaşım, bunu gerçekleştirmede insanlığa hangi olanakların kapısını açabilir?

- Antropontolojik yaklaşım; insanın ya da kişinin (hem bilgi hem de eylem öznesinin), karşılaştığı durumları neyle karşılayacağı, bunlara ilişkin nasıl bir duruş geliştireceği konusunda son derece zihin açıcı bir rol üstleniyor. Kişiyi; eylemleri ve ilişkileri, eylemleri ile ilişkilerinin düşünsel ve dilsel boyutu üzerinde düşündürüyor. İnsan var oluşunun nelerin toplamına denk geldiği konusunda zihin açıcı bir yol izliyor. Kör bir adalet ve kör, mekanik bir eşitlik kavrayışıyla insan dünyasında gerçekten etik nitelikli bir sonuç elde edilemeyeceğini, antropontolojinin eşliğinde daha doğrudan bir biçimde görebiliyoruz. İnsan dünyasının elbette sorunlu durumlarını felsefi-etik bilgiye dayalı bir duruşla örneğinizin imlediklerini hesaba katarsak eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri daha da derinleştirecek, benim sık sık kullandığım bir deyimle mekanik ya da kör bir eşitlik ve adalet kavramıyla mı çözmeye çalışıyoruz? İşte antropontoloji insanın arada oluşundan hareketle derinlikli çözümlemeler yapmayı olanaklı kılıyor; karşılaştığımız durumları nasıl karşıladığımız konusunda bizi uyarıyor; bizi yüzeysel olmaktan, salt teknik-mekanik olmaktan, körleşmekten kurtarıyor.  

- Dünyanın gündeminde belli başlı krizler var. Örneğin mülteci sorununu, özcülük temelli ayırımcılığı ve kadına yönelik şiddeti aşmada antropontolojik bakışın insanlara katkısı ne(ler) olabilir?

-Antropontoloji, bilgi ve eylem öznesinin var oluşsal krizlerini, bunalımlarını, durum-duruş çözümlemesi yaparak gözler önüne sermeye çalışıyor. Mülteci sorunu, özcü bakış açısından kaynaklanıyor, bu da ayrımcılığa yol açıyor. Buna maruz kalanlar, ya zorunlu göçle yerinden yurdundan oluyor ya da tehlikenin farkına varanlar yine zorunlu olarak göç ediyor. O zaman da antropontolojinin ve varlık karşısında belli bir tutum geliştiren tüm felsefi görüşlerin de kendine göre çözümleme yapabileceği temel düşünsel noktalara ulaşılabiliyor. Varlıkla hesaplaşmanın önemi iyice ortaya çıkıyor. Felsefi görüşler, boş laf yığını ya da romantik çağrışımlarla kendini göstermek istemiyorsa sağlam bir yönelimle, varlıkla nasıl bir hesaplaştığını, Nicolai Hartmann’ın deyişiyle “varlık ilgileri”ni nasıl kurduğunu belirgin kılmalı. İşte antropontoloji, bu bağlamda oyunu insandan yana kullanıyor. Kadına ilişkin geliştirilen özcü tutum da ayrımcılığın taşıyıcı temeli olarak içselleştiriliyor ve bu karşılama biçimi, zaman içinde “kadına yönelik şiddet” diye değerlendiriliyor. Özcü olmayan bakış açısıyla kadına yaklaşıldığında, özcü bütün tutumlar, bunun eşliğinde sergilenen tüm eylemler, şiddet olarak algılanıyor. Sergilenen eylemler, kurulan ilişkiler aynı; peki ne değişti? Eylemleri, ilişkileri değerlendirme biçimi... Vaktiyle “şiddet” sayılmayanlar, artık “şiddet” içeren eylemler olarak değerlendiriliyor.      

- Avrupa ve ABD başta olmak üzere, yeryüzünün dört bir yanında popülist politikacılar sahnede. Bunlar yerine antropontoloji kavramını merkeze alan siyasetçi sayısı artsa dünyada neler farklılaşır sizce?

- Dediğiniz gibi popülizm ve popülist politikacılar sahnede. Politikacıların; insanı ve insanlık durumlarını insanca karşılamaya yönelik belli bir görüşü olsa başka bir deyişle felsefi düşünüşün ve bilmenin öznesi hâline gelebilseler, dünya daha iyi olabilir. Özellikle antropontolojik yaklaşım onları özcü tutumlardan kurtarabilir. İnsanın, arada olmasından hareketle sürekli değiştiğini, çeşitli özellik ve niteliklerden oluşan benliğini öğrenen ve insan hakları kavrayışına sahip bir politikacı, bir karar verici olarak daha iyi, başka deyişle insanca politikalar üreterek insan haklarını koruyup geliştirebilir. Çünkü böyle bir politikacı; insanı antropontolojiye dayanarak kavrayınca bir karar verici olarak ona göre eylemde bulunup sorunlu durumlar karşısında, insan haklarına dayalı bir duruş geliştirecektir. İnsan gereksinimleriyle insansal değerler arasındaki gerilimi, antropontolojik yaklaşımla aşmaya çalışacaktır.
 
“GERÇEKLİK BÖLGELERİ ARASINDAYIZ”

- Kitabınızda, sanal gerçeklikle ilgili bölümde “arada olma” ifadesi bir kez daha karşımıza çıkıyor. Bu bağlamda, insan ve eylemleri antropontoloji ile nasıl açıklanabilir?

-“Arada olma”, antropontolojinin temel kavramı. Günümüzde teknolojinin yarattığı yeni gerçeklik türü “sanal gerçeklik” ve “artırılmış gerçeklik” üzerine ayrıntılı olarak düşünmeliyiz. Sanal gerçeklikte eylemlerimizi sergileyip ilişkiler kuruyoruz. Günümüz dünyasında farklı biçimlerde kendini gösteren gerçeklik bölgeleri arasındayız. Üstelik sanal gerçekliğin payı her geçen gün biraz daha artıyor. Antropontoloji işte bu farklı gerçeklik boyutlarını da hesaba katarak işin psikolojik ve sosyolojik boyutlarına dokunmadan, salt felsefenin sınırları içinde, insan-dünya-bilgi/bilgi olmayan ilişkilerine yeniden dokunmamızı sağlıyor. İnsana, onun var oluşuna dayalı bir ontoloji ya da bir tür insan-ontolojisi olarak antropontoloji, bizi özellikle bilgi ve bilgi olmayan arasındaki farkı anlamada uyarıyor; ağlar arasında (internet) bir varlık ve bir ağdaş (netizen) olarak da...

- Ludwig Wittgenstein, “Yeni bir sözcük, tartışma toprağına atılmış taze bir tohum gibidir” demişti 1929’da. Antropontoloji, hangi tartışmaları başlatabilir ya da hangilerini yeniden gündeme getirebilir?

-Antropontoloji, her şeyden önce sorun görmeyi, olup bitenler arasında bağlantı kurmayı sağlayan düşünsel ve bilgisel etkinlik. İnsan temelli bir varlıkbilgisi ya da insan ontolojisinin, bu kadar çok çeşitlenen ve farklı niteliklerde ortaya çıkan sorunları, ilkin saptamada, ardından çözümlemede ve sonunda çözüme kavuşturmadaki işlevselliğinden söz etmek mümkün; felsefeyi boşsöz (flatus vocis) olmaktan kurtarabiliyor. Antropontoloji insan varlığına doğrudanlık içinde ayna tutuyor.

- Son olarak, antropontoloji, felsefeciler arasında nasıl yankı buldu?

- Genç felsefecilerin, özellikle tezlerinde bu terimi işlevsel kıldığına tanık oluyorum. Ancak bazıları da görmezden gelebiliyor. İlk kez bu başlıkta bir kitap yayımlandı. Bundan böyle, terim daha çok kişi tarafından fark edilecek. Kavram yaratmanın, varlık ilgisi bakımından zenginleşme olduğuna inananlardanım. Türkçede yaratılan felsefi söylemlerde de bu ve benzer zenginleşmelere gereksinim olduğu kanısındayım.