Berksoy: Yeni kuşak bağnazlığı yenecek

Cumhuriyet aydınlanmasının zengin bir sanat atmosferi yarattığının altını çizen sanatçı Zeliha Berksoy, “Bu zihniyet sanata öcü muamelesi yapsa da yeni kuşaklar bu bağnaz çatışmadan zaferle çıkacak” dedi. Sansürün, korkmak demek olduğunu anlatan Berksoy’a göre hayatın diyalektiğinden kaçmak mümkün değil. Böyle olunca sansürler her zaman yıkılmak zorunda. Geriye yalnızca acı gülünçlükler kalacak.

Enver Aysever

Büyük sanatçıların çocuğu olmak güçtür, adları, temsil ettikleri değerler altında ezilir kişi. Zeliha Berksoy bunun tersini başarmış, anne Semiha’dan farklı, özgün yol tutmuş bir sanatçı. Yeni oyun provası sırasında buluştuk. Her zaman olduğu gibi yaratıcı, üretken Berksoy, bugünlerde iyice sarsılan ölçülere, toplumsal çürümüşlüğe de tepkili. Cumhuriyet aydınlanmasının ne türden kadın sanatçılar yetiştirdiğini düşündüm söyleşirken, bir yandan da giderek yaşamı daraltan gericiliğe karşı tarihin geri gitmeyeceğinin kanıtı oldu Zeliha Berksoy’un sözleri...

Yaratıcı yaşam...

Anneniz Semiha Berksoy’u yaratan koşullar nelerdi? Cumhuriyet, aydınlanma, laiklik meselesine o kuşak nasıl bakardı?

Semiha Berksoy, ülkemizin en coşkulu ve verimli yıllarında, henüz 13 yaşındayken 1923 Cumhuriyeti’nin içinde buluyor kendini. İstanbul Çengelköy’de dünyaya gelen Semiha Berksoy, kültürlü bir aileye ve sanatçı bir anneye sahip. Annesi Saime Hanım resim yapıyor, aynı zamanda modelist olarak özel kostümler dikiyor. Çok narin ve güzel bir kadın. Semiha’nın sanat ruhunu daha çocukken besleyen ve biçimlendiren bir anne. Ancak 1918 yılı ve İstanbul işgal altında, o dönem Amerikan askerlerinden yayılan bir mikrop “İspanyol nezlesi”ne tutularak hayata veda ediyor. Annesi Semiha’nın ikonu oluyor.

1920’ler - 1930’lar dönemi, yani Cumhuriyet sonrası devam eden çok canlı, renkli ve yaratıcı bir yaşam var. İstanbul’da ve Beyoğlu’nda çeşitli tiyatrolar, Tepebaşı’nda Darülbedayı yani bugünkü İstanbul Şehir Tiyatrosu. 1930’larda Beyoğlu tahmin edilebileceği gibi genç, şair, yazar, ressam, tiyatro sanatçıları ile genç Cumhuriyeti ileri taşıyacak bir enerjiye sahip. Semiha, kendi yeteneklerini keşfeden ve akademik eğitime önem veren bir genç kız. Çok heyecanlı ve keşfedilmeye açık, idealleri var. Güzel Sanat Akademisi’nde Namık İsmail Atölyesi’nde öğrenci, bunun yanı sıra Şehir Tiyatrosu’nda sınav kazanarak 3 yıllık tiyatro eğitimine başlamış, yine de İstanbul Belediye Konservatuvar’ında şan derslerine devam ediyor. Tiyatro hayatının büyük oyuncuları olan Muhsin Ertuğrul, İ. Galip Arcan, Behzat Putak, Hazım Körmükçü, Neyyire Neyir, Bedia Muvahhit gibi sanatçılarla çalışıyor. Cemal ve Ekrem Reşit Rey kardeşlerin bütün operetlerinde Primodanna rollerine çıkıyor.

Sanatın altın yılı

Sanırım Nâzım’la dostluğu da o sıralarda başlıyor değil mi?

Nâzım Hikmet’le yakın bir dostluğu ve Fikret Mualla ile yakın bir arkadaşlığı var. İçinde bulunduğu ortam gerçek sanatçıların en değerli eserlerini verdiği yıllar, altın yıllar da denilebilir. Elbette Semiha farklı yeteneklerle doğmuş, ancak sanatçının içinde bulunduğu ortam ve değerler, yeteneğinin gelişmesine, parlamasına ve giderek dünyaya açılmasına olanak sağlıyor, tıpkı Semiha Berksoy’da olduğu gibi. Oysa bugünü düşündüğümüzde ise 1900’ler yani 120 yıl geriye gitmemiz için bir baskı yaşanıyor. Ancak dünya öyle bir yere geldi ki yeni kuşaklar bu bağnaz çatışmadan kendi enerjileriyle zaferle çıkacaklardır.

Nâzım Hikmet, 1950 yılında hapisten çıktıktan sonra şerefine yapılan bir gecede Semiha, Richard Wagner’in eserlerini seslendiriyor. 1940’ta Nâzım, Çankırı Hapishanesi’ndeyken Semiha hapishaneye gidiyor. Ve Puccini’nin “Tosca” operasını oynaması Nâzım tarafından isteniyor. Böylece 1941 yılının unutulmaz Tosca Operası oynanıyor. Ancak Semiha’nın bu hareketi onun meslek hayatına büyük bedel ödetiyor. Nâzım Hikmet annesinin yazdığı bir mektupta “Semiha, Türk kadın sesinin pırlantasıdır, pırlanta her ne kadar toz, toprak içine atılsa da bir gün pırlantalığını ispat eder ve hakkını ister, dünyada onun yolu açık olsun” diye yazacaktır hapishaneden.

Dönüm noktası...

Siz yeni bir yol seçiyorsunuz, devrimci tiyatroya adıyorsunuz kendinizi, sanırım ülkenin siyasal iklimi sanatçının tercihlerini biçimlendiriyor değil mi?

1960 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’ne girdim ve beş yıl sonra yüksek bölümden mezun oldum. İki yıl süre ile Devlet Tiyatrosu’nda önemli roller oynadım. Ve 1967 yılında mesleğimde bilgi, görgü programı ile Berlin’e gönderildim. Batı Berlin’de Schiller Tiyatrosu’nda öğrenci reji asistanı olarak çalışırken Doğu Berlin’de Berliner Ensamble vardı. Bir gün Semiha bana “Bugün seni dünyanın en büyük tiyatrosuna götüreceğim” dedi.

Ve biz Doğu Berlin’e geçtik. Berliner Ensamble kapısından böylece girdim. Bambaşka bir sanatla karşılaştım. Semiha, Ankara’ya döndükten sonra ben artık sürekli olarak Berliner Ensamble’daki oyunların provaları, arşivinde çalışma, her akşam oyunları izleme gibi ihtisaslaşmaya başladım. Bu tiyatroda geçen iki yılım benim dünya görüşüm, diyalektik düşünce, yorumlama sanatı ve oyunculuk biçimleri açısından sanat hayatımda bir dönüm noktası oldu.

‘AYDINLANMA, YÜREKLE OLUR’

Sonra Türkiye’de bu kavga başlıyor, 68 kuşağı ve sonrası...

Berlin’den Türkiye’ye döndüğümde artık başka bir sanatçıydım. Ve Devlet Tiyatrosu’ndan ayrıldım. İlk oyunum Vasıf Öngeren’in “Asiye Nasıl Kurtulur?” da Asiye rolü ile yılları aşıp bugünlere kadar gelen bir efsaneyi taşıdım. Bertolt Brecht’in şiirlerinden bestelenen şarkılarla, Almanca konserler verdim. Dostlar Tiyatrosu’nda Brecht projeleri yaptım. Ve halen de aynı düşünce ile çalışmalarıma devam ediyorum. Memleketimizde 68 kuşağı dediğimiz hem politik hem sanatsal değerler içinde mücadelelerle kendini ayakta tutan sanatçılar 70 kuşağını arkalarından taşıdılar. 80’ler sonrası bizde de popülerizm baskın hale geldi. Ama buna karşı duran çok değerli yazarlarımız Haldun Taner, Melih Cevdet Anday, Aziz Nesin, Nâzım Hikmet, Asaf Çiltepe, Mehmet Akan, İsmet Güntay, Yaşar Kemal ve diğer çok değerli oyun yazarlarımız, romancılar Oğuz Atay ve Ferhan Şensoy’u anabiliriz. 90 sonrası popüler kültürde komedi skeçlerinin başını çeken yazarlar ne yazık ki izleyiciye hiç tanımadığı bir kriter sundular. İçeriksiz, estetiksiz, zekâsız, yalnızca paraya dayanan ve genç yetenekleri kullanmak suretiyle büyük paralar kazanmaktalar. İsim anmıyorum, gerektiğinde anacağım, halk bunları zaten tanıyor. Aydınlanma süreci bilinç, entelektüellik, enerji, zekâ ve yürekle olur.

80'LERİN YOZLAŞMASI

Cumhuriyet nihayetinde kültür devrimidir. Müziğin, balenin, tiyatronun üstünde yükselen nesiller söz konusuydu. Bu türden yozlaşma ardından devrim yeniden sağlıklı zemine oturur mu?

Atatürk’ün gerçekleştirdiği Cumhuriyet sanat ve kültür devrimi için yapılan öncü çalışmalar: birçok branşta yurtdışına gönderilen öğrenciler için de opera dalında öğrenim görmek üzere, Semiha Berksoy da Berlin Yüksek Müzik Akademisi’ne sınav kazanarak gitmiştir ve1939 yılında Richard Strauss 70. sanat yılı kutlamalarında ünlü eseri “Ariadne Auf Naksos” operasında başrol Ariadne’yi oynuyor. Atatürk’ün Cumhuriyeti kurarken çağdaş uygarlık düzeyi meselesinde ne kadar haklı olduğu ve Türk sanatçısına, bilim adamına güvendiğini görüyoruz. Semiha Berksoy, Berlin Radyo Orkestrasıyla konser veriyor ve Viyana Operası’ndan aynı bestecinin “Salome” operası için teklif alıyor.

Ancak onun genç Cumhuriyette bir görevi vardır. Türk Operası’nın kuruluşunda bulunmak. Dünya kariyerini bırakıp heyecanla ülkesine dönüyor. Yıl 1940, bu olaylar Atatürk’ün ölümünden yedi ay sonra gerçekleşiyor. Ve yaşamış olsaydı; yurtdışı resmi davetlere asla katılmamış olan Atatürk, bir Türk kızının bu başarısını izlemek için Berlin’e giderdi ve kendi gençlerinin değerlerinin kanıtlanmasında heyecan duyardı.

Cumhuriyetin kültür devriminde ortaya çıkmış olan ve bugünlere sayısız sanatçılarla ulaşmış olan ülke sanatımızın ricat sürecinde olduğunu düşünmüyorum. Kurumlar, yönetimler tarafından kimlik değiştirmeye zorlanabilir, baskı görebilir, ancak perdeyi açan her zaman sanatçıdır. 80’li yıllarda başlayan yozlaşma bütün hızıyla bugünlere kadar gelmiştir.

Popüler kültürün ortaya çıkması 1985’ten başlayarak 90’lı yıllardaki işbirlikçi idarelerin ortaya koyduğu ve gerçekleştirdiği şartlar altında sanat kurumları da hırpalanmış ve değişime uğraması arzu edilmiştir. Bu her branşta olmuştur. Özellikle edebiyat, tiyatro bundan en fazla payını alanlardır. Çünkü bu iki sanat dalı insanlara doğrudan ulaşan dallardır. Bu yıllar da özellikle arabesk kültür, televizyon kanallarında her gün baskın şekilde reklam edilmiş ve toplumda arabeskin etkisiyle başkalaşım yaratılmıştır.

‘GERİCİLİK VE FEODAL ZİHNİYET’

Atatürk dönemi büyük sıçrama yaşandı sanat alanında. Şimdi hayli geri düştük değil mi?

Gelelim 1930’lara... Atatürk, genç Türkiye’de sanatı, bilimsel ve akademik bir formasyona ulaştırmak için kolları sıvamıştır.1934 yılında ülkesine davet etti, İran Şahı için hazırladığı birçok sanayi yatırımının yanı sıra bir opera inşa ettirmiştir. Ve ilk Türk Operası “Özsoy”un konusunu hazırlamış ve Ahmet Adnan Saygun’a besteletmiştir. Şah’a opera izlettirecektir. Ve onun da kendi ülkesinde böyle sanat kurumları kurmasına öncü olacaktır. 19 Haziran 1934’te Özsoy oynanır ve Atatürk “Bu olay bizim müzik ve sahne hayatımızda bir dönüm noktasıdır ve bir devrim hareketidir” demiştir.

1936’da Almanya’da değerli uzmanlar davet etmiş ve Ankara Devlet Konservatuvarı’nın kurulması konusunda çalışmalara başlamıştır. Böylece ülkemizde hem araştırmacı, hem uygulamacı, uygar dünyaya denk sanat çalışmaları başlamıştır. Ancak zaman içinde bazı keyfi yönetimler ve politik baskılar bu kurumların gelişmesinde engeller oluşturmuşlardır. Son 15 yılda ise batı sanatı adı altında ne yazık ki evrensel sanata ait bu kurumlar halk kitlelerine yanlış tanıtılmış, toplumsal açıdan bir yabancılaşma sağlanmak istenmiştir.

Cumhuriyetin başından itibaren sinsice yaşanan bu gericilik ve feodal zihniyet, sanata ne kadar öcü muamelesi yapsa da artık bu devrimler yok edilemeyecek kadar halkımız tarafından benimsenmiştir ve yaşatılmaktadır.

‘SANSÜR KORKMAKTIR’

Sansür yasasını alkışlayan sanatçılar hakkında ne dersiniz? Saray sanatçılarını nasıl yorumluyorsunuz?

Sansür, korkmak demektir. Ama hayatın diyalektiğinden kaçmak mümkün değildir. Zaman gerçeği, somut gerçeği ortaya çıkarır. Epik tiyatronun, diyalektik öğretiden yola çıkarak somut gerçek kavramı budur. Böyle olunca sansürler her zaman yıkılmak zorundadır. Geriye yalnızca acı gülünçlükler kalır. Bugün saray sanatçıları ve onların organizatörü Yılmaz Erdoğan şimdiden kendi yerlerini almış durumdadırlar. Ancak şunu da söylemem lazım 10 yaşındayken bir çocuk gözüyle bildiğim de Demokrat Parti’nin Cumhurbaşkanı Celal Bayar da Çankaya Köşkü’nde opera sanatçılarını çağırırdı. Devlet Operası’nda organizatörü de Aydın Gün’dü. Sonraki yıllarda bu isimler her gün radyodan yayımlanan Demokrat Parti’ye katılanlar listesinde anons ediliyorlardı.

Elbet Semiha Berksoy hiçbir zaman Çankaya yoluna düşmedi. O yıllarda Ankara’da Amerika rüzgârı esmekteydi. Amerikan büyükelçisi Teksas petrol kralı olan Mac Ki bazı ev konserlerine davet edilirdi. Sevda - Cenap And’ın Kavaklıdere’deki evlerinde düzenledikleri konserlere Devlet Operası’ndan bir soprano davet edilirdi. Ankara’nın karlı kış gecelerinde başka bir evde de konserler yapılırdı. Viyana’da opera eğitimi yapmış olan değerli Vahdet Nuri Gültekin’in evinde şan, piyano, keman olarak müzik gecelerinde Semiha’da aryalar söylerdi. Mithat Fenmen, Fethi Kopuz gibi değerler...

Yarın : SERPİL GÜVENÇ

<haber-yatay:1274880,1277712>