Berat’tan bize kalan

Gazeteci, anne, arkadaş...

Miyase İlknur

Hastaydı, biliyorduk ama yine de bu kadar erken vedalaşmak aklımıza gelmemişti doğrusu. O hastalığa pabuç bırakacak biri değildi diye düşündüğümüzden daha uzun yıllar bize güzel kitaplar ve belgeseller yazacak diye umuyorduk ama olmadı. Hastalıkla boğuşurken bile son kitabını bitirip yayına vermesi belki de bizi umutlandırmıştı. Ama olmadı işte...

Genel Yayın Yönetmenimiz Aykut Küçükkaya hafta içinde onunla ilgili bir yazı yazmamı istediğinde sallamıştım. Yazıişlerinden arkadaşlarımız dün bu görevi yeniden tebliğ edince kaçamadık. Belki de Berat’la iş ortağı olmamızdan kaynaklıydı bu istek. İş ortağı dediysek, öyle özel bir şirketimiz ya da ortak yaptığımız bir projemiz yoktu bizim. Sadece ikimizin bir de Cağaloğlu’ndayken bizim katın bildiği bir ortaklıktı bu. Akşamüstü olunca Yeşildirek esnafının takıldığı kahvede tavla oynamaya kaçabilmek için uydurduğumuz bir parolaydı. Berat’ın Pazar Dergi’deki müdürü İpek Çalışlar’ı kandırmak için tavla oynamaya giderken, “Biz Miyoş’la ortak habere çıkıyoruz, yarım saate kadar döneriz” derdi. Derginin görsel yönetmeni Aynur Çolak’ın muzip kıkırdamaları ve İpek Çalışlar’ın “Yenilen bakkaldan ekmek, kaşar ve pişmiş yumurta alsın” demesi hergün tekrarlanan bir seremoniydi.

Ailenin ayrıksı kızı

Berat, gazeteciliği de, mavrayı da şakayı da hakkıyla ve dibine kadar yapardı. Kelimelerle dans ederdi adeta. Herkes onunla söyleşi yapmak isterdi. Ara sıra “Bugünkü yazınla yine beni hasetimden çatır çatır çatlattın. Sana bir suikast planlamayı düşünüyorum” diye takılırdım. Onun cevabı genellikle okkalı bir küfür ve arkasından patlatılan bir kahkaha olurdu.

Küfür ve kahkahayı ağzına bu kadar yakıştıranı görmedim. Berat’ı kızdırmak ve küfrettirmek için Cumhuriyet’in efsane foto muhabiri ve fotoğraf merkezinin şefi Erdoğan Köseoğlu ile spordan Hilmi Türkay gidip gelip çatarlardı. Zaten Erdoğan Abi ile Berat, gazetenin neşe kaynağıydı. Akşama kadar ne muzırlık yapsak diye düşünen, birbirinin tamamlayıcısı iki isim. İkisi de işlerinde başarılı ve şakayı yaşam biçimi haline getirmiş, doğuştan standup’çı arkadaşımızdı. İkisi de ışıklar içinde uyusun.

Berat her anlamda aykırı bir kişilikti. Muhafazakâr ailenin komünist ve anarşist ruhlu kızıydı. Gazetecilikte de kimsenin görmediği, el atmadığı ya da atmak istemediği konular ve kişiler üzerine kalem oynatırdı.

Rujlu kadının sesi

Onun en çok bağıra çağıra en ağdalı arabesk şarkıları söylemesine hem gıcık olur hem de gülerdik. O da zaten gıcıklığına yapardı. Bunu sadece gazetede yapmaz, gittiğimiz bir meyhane de ya da bindiğimiz takside de yapardı. Taksi şoförü bir ona bir bize bakardı. Berat genellikle taksinin ön koltuğuna oturduğundan biz arkada şoföre el hareketiyle “delidir, sen aldırma” işareti yapardık. Ruju her daim masanın üzerine dik vaziyette durur, avaz avaz şarkı söylerken arada bir ayna karşısında rujunu tazelerdi. Yan odadan Hilmi, “yine mi şarkıya başladın. O bed sesin yüzünden yazı yazamıyorum” dediğinde aldığı cevap, “Kes tıraşı” olurdu.

İş görüşmesinde

Bir gün yayın hayatına yeni başlayan bir gazeteden teklif almıştık. Berat ve Figen Atalay’la birlikte iş görüşmesine gittik. Üçümüze önerdikleri para da Cumhuriyet’ten aldığımızın üç katıydı. Görüşmeye gittiğimiz gazetede Berat, hemen sigarasını çıkarıp tam yakacakken o sırada o gazetede çalışan Yurdagül Erkoca, “Hoop ne yapıyorsun burada sigara içmek yasak” diye atladı. Yan yana bankoların olduğu, kimsenin yanındaki ile konuşmasının mümkün olamayacağı bir düzen vardı gazetede. Bildiğimiz plaza gazetesi işte. Ardından da “Sizin burada kedileriniz de yok anlaşılan.” “Burada kedinin ne işi var ayol” diyen Yurdagül’e bu kez “şimdi ben burada çalışmaya başlarsam, ayaklarımı masamın üzerine atıp şarkı da söyleyemeyecek miyim?” diye üçüncü soruyu yöneltti. Tabii ki olumsuz yanıt aldı. Ardından da Figen’le beni dürterek “kalkın anam kalkın bura bize yaramaz” deyip arkasına bakmadan yürüdü. Biz de onu takip ettik. Bizim de hoşumuza gitmemişti plaza gazeteciliği. İş görüşmesi yapmadan çıktık binadan.

Çiğ yumurta şakası

Birgün yine “ortak habere” diyerek gittiğimiz kahvede yaptığımız tavla maçını kaybetmişti. Bakkala uğrayıp ekmek kaşar, domates ve pişmiş yumurta alacaktık. O ekmek ve kaşarı kestirirken bana da kese kağıdını “şurdan adam başı ikişer yumurta koy” diye uzattı. Aklıma bir fırlamalık geldi. Pişmiş yumurtaları doldururken iki de çiğ yumurta alıp kese kâğıdına koyuyordum ki, bakkal gördü. “Olmaz abla olmaz” diye beni ikaz etti. “Olur olur sen işine bak” deyince Berat, bir bana bir bakkala şaşkın şaşkın baktı. Gazeteye dönerken, Berat, “Bakkal sana niye ‘olmaz olmaz’ dedi. Ben de pişkin bir şekilde, “Hiç, erik çalıyordum onu gördü.” Gülme krizine tutulmuş bir halde gazeteye döndüğümüzde de benim erik çalarken yakalandığımı ballandıra ballandıra servistekilere anlattı.

O arada ben çiğ yumurtaları Berat’a pişmişleri Aynur, İpek ve kendi önüme koydum. Berat, çiğ yumurtayı sert bir şekilde masanın kenarına vurup kırdığında yumurtanın beyazı ile sarısı olduğu gibi pantolonuna aktı. “Allah Allah bir tane çiğ yumurta karışmış” deyip ikincisini de aynı şekilde masaya vurdu ve yine cıvık yumurta olduğu gibi aktı. Üçüncü yumurtayı Aynur’un önünden kaptığı gibi bana fırlattı. Yumurta başımın bir santim üzerinde “vınnn” diye gidip duvarda patladı. “Adi yalancı, erik çalmışmış da, bakkal yakalamışmış da...” diye söylenip durdu. O günden sonraki tavla partilerinin ardından gittiğimiz alışverişte yumurtaları kendi seçmeye başladı.

Berat’ı hep Cağaloğlu’ndaki pencerenin önünde çiğköftecinin yolunu gözlerken ya da şarkı söylerken hatırlayacağım. Onunla çalışmak ve masa komşusu olmak büyük bir keyifti.

Güle güle Berat, sen iyi bir gazeteci, iyi bir anne ve iyi bir arkadaş olarak bilindin.