Baudelaire; acıların ve şiirin tanrısı!
Servetini harcar gibi ömrünü harcadın. Yaşamındaki tüm yollar annene çıktı. Şiirde ve sanatta bir dahi olmanla ilgilenmemişti annen. Oysa naif, kırılgan ve sevgiye muhtaç yanını görebilseydi belki senin de gözünde çiçekler kötülükler açmazdı. Kim bilir sen de bunca ölümsüz şiirleri yazamazdın. Beni en üzen özünde yaşamı, en önemlisi de yaşamayı bu kadar severken acıya bu kadar kolay teslim olman. Sen ki öldükten sonra huzura erdin. Yine de çiçeklerin sana ihanet etmiyor, kötülük açmaya devam ediyor!
Bedriye KorkankorkmazSEVGİLİ BAUDELAIRE!
“Karşı konmaz güçlerin buyruğu üzere ozan / geldiğinde bu tatsız, can sıkıcı dünyaya / dehşet içinde, kargışlar yağdırıp annesi / şöyle dedi kaldırıp yumruğunu Tanrıya: / Nasıl düştü karnıma bu garip varlık benim / lanet olsun bir anlık arzu gecelerine / nasıl beslenir onu, nasıl emzireceğim / engerek doğuraydım bu gudubet yerine / madem hazin kocamın çöplüğü olmam için / bunca kadın içinde beni seçmişsin, tamam/ ve mademki bu cılız, çelimsiz canavarı/ bir aşk mektubu gibi alevlere atamam / Öyle buracağım ki bu pis sefil ağacı / kokmuş tomurcukları asla açılmayacak / yanına kalmayacak bana verdiğin acı/ lanetli eserinin üstüne fışkıracak.” (Lanetli Tohum, çeviri: Erdoğan Alkan)
İnsanın, mutluluğa ulaşması ne kadar zorsa hüzünlere ulaşması da o kadar kolaydır. Çiçeklere de elem çiçekleri adını veren birisiyseniz hayatınızı bir o kadar zorlaştırmış olursunuz kendinize. Ölülerin bile acı çektiğini düşünecek bir duyarlılığa sahipseniz hepten hayatınız çekilmez oluyor.
Elimde Elem Çiçekleri kitabı var Baudelaire’in. Onun duygu dünyası uzun zamandır şiirlerinden öte dikkatimi çekiyordu. O’nu kendi sesinden dinlemek istiyordum.
“Ölüler, zavallı ölüler, büyük acı çekiyorlar” diyen şairin iç dünyasına bir nefes kadar yakın olmak istiyordum. Kucağımda Baudelaire’in kitapları ve onun hakkında yazılmış kitaplarla hastanenin bekleme salonunda muayene için sırasının bana gelmesini bekliyordum.
Kitaplara öylesine kendimi kaptırmıştım ki, yanımda oturduğunun çok sonradan farkına vardım. Sevinçten haykırmamak için kendimi zor tuttum. Onun sakin mizacı benim heyecanlı mizacıma ilaç gibi geldi.
Kucağımdaki tüm kitapları oturduğum banka koydu. Gözlerimin içine bakarak bana “Ne soracaksan bana sor o kitaplarda aradıklarını bulmazsın dedi ve konuşmasını sürdürdü:
“Ben hayatım boyunca hiçliğe karşı mücadele etim. Benim tüm yapıtlarım bunalımın dua yapıtı gibidir. Hayatım boyunca bu türden bunalımları yüreğimin derinliğinde hissederek yaşadım. Sen buna yüreklilik de ben şiddetli ve samimice mücadele diyeyim.
Ben, bütün çağlarda yaşayarak gününüze geldim. Tüm yaşadıklarıma karşı kendimi şanssız göremem; çünkü elindeki Elem Çiçekleri tüm dillerde en çok çevrilen yapıt olmuştur.
Bedriye, tüm Avrupa’nın okuduğu bir yapıta sahip olmak aynı zaman da ciddi sorumlulukları da beraberinde getiriyor. Doğan her canlı ölümlüdür. Bu insanlığın değişmez yazgısıdır. Okuyucu benim kardeşimdir, dostumdur en önemlisi de benim yaşama nedenimdir.
Paris’e sevdalılığım halen devam ediyor. Paris’e bağlandığım kadar hiçbir kente ve modaya bağlanmadım. Kim beni dinlese Bedriye, görünmeyen Tanrı’ya doğru bağıran bir insanı yani beni işitiyordur.
Sen de Tanrının sesini dinlemek için benim sesimi dinlemek istedin önce. Bu türden ayrıcalıkları algılaman seni benim yakınım, en önemlisi de dostum yapıyor.
Sen salt benim şiirlerimle ilgilenirken ben de senin şiirinle ilgilendim. Bak ezberimde şu şiir dizelerin var:
“ekmek gibi / gerçeğimi bana anımsatan / küflü simidi yiyen / bakışı yurdum olan çocuk / denizde değil karada ölen balığım / tanrı’yı görmem için kendimi görüyorum / senin sesinde tanrı’nın sesini dinliyorum / icra memurları gibi tenime yapışıyor terler / yıllar beni kendisine benzetemeyecek çocuk / karşındayım; yılların kalbimde açtığı yaraları gör / yaşadıklarıma kurban olmadan yaşıyorum/ kanatlarına rağmen uçamayan albatros kuşuyum çocuk / ben dünyanın belleğiyim sense yaşanılanların kurtarıcısı.”
“Sevgili Bedriye ben oldum olası matemi sevdim. Bilinçaltımdaki tüm duygular şiirlerime yansımıştır. Ben mi yaraları doğurdum yoksa onlar mı beni doğurdu bilmiyorum.
Bir çölü düşün, bir de benim hayatımı. Kırk yedi yaşımda öldüm. Zekâmın pırıltılarına en çok şiirlerimde ulaşabilirsin. Kendimi ölümsüz bir sanatçı olarak algılamıyordum. Evimde tek başıma ıstırap çekmek bana daha cazip geliyordu. Bildiğin üzere alkolün, afyonun ve haşhaşın verdiği sarhoşlukla mest oluyordum.
Istıraplarım içinde Edgar Allan Poe’yu keşfettim ve onun zaferini haykırdım. Öyle öyle kendi felaketimi hazırladım, ürkmüş olarak da öldüm. Aklım her zaman başımdaydı; bu yüzden kalbimden önce dilim terk etti beni.
Senin ilgini her zaman, en bedbaht, en terk edilmiş insan yanlarım şiirlerimden daha çok çekmişti. Ben tek başına kalabalık dünyayı arıyorum. Bak hastane koridoru bile bir anda kalabalıklaştı… Yaşanan her olay bana kadar ulaşır ve benim içime nüfuz eder.
Zengin oldum biliyor musun? Bütün servetimi dağıtıp yeniden fakirliğe terfi ettim. Hayatımda en yeteneksiz olduğum konu paradır. İç acıtıcı durumlara düştüğümde kendimi gülünç buluyordum. Senin gibi sadık ve cömerttim. Servetim olmadan sadece sükûnetimi sağlayacak küçük bir bolluğun hayali içinde yaşayanların dünyasından ayrıldım.
Duygusal hayatım çok yaralıydı Bedriye. Annemle tartışmalarımız bir yana karımdan çok melez sevgilimle yaşadığım acıları bir bilsen… Onu hayatım boyunca sırtımda taşıyıp durdum.
Akılsız olması bir yana mutsuz, ihmal edilmiş, cimri ve açgözlüydü; içip içip sucuların kollarında sızıyordu. Tek meziyeti olan sessizliğini de içki bozuyordu. Bu kadına tarif edilmez bir bağla bağlıydım. Ona olan yaralı aşkım beni her geçen gün ıstırabın koynuna itiyordu.”
“Sevgili Baudelaire seni anlıyorum. Neden Elem Çiçekleri bir diğer adıyla Kötülük Çiçekleri koydun yapıtının adını? Neyin anlaşılmasını istedin; insanın mı yoksa hayatın mı?”
“Sevgili Bedriye, Elem Çiçekleri bana göre yirminci yüzyılın cehennemidir. Benim umutsuzluğum Dante’nin öfkesine oldukça baskın çıkar. Bütün insanlığa mutluluk vermek istedim; bütün insanlığı şerden korumak istedim.
Abartılı bir gurura sahip olmadım. Ne çok iyiliğe güvendim ne de fazla kötülüğe paye verdim. Boş hayallere hiç kapılmadım. Eğer bir düşmanım varsa o mutlaka kalbimdedir. Ben dünyanın düşüşüyle çöküntüsünden haber veririm.
Ben, salt Tanrı’ya inandım. Tanrı düşüncedir şeytan ise sadece bir denemedir; ötesi şerdir.”
“Sevgili Baudelaire, Ailen hakkında beni bilgilendirmeni istesem sınırlarımı aşmış mı olurum?”
“Annem oldukça güzel, canlı parlak bir yüzü vardı. Diplomat bir generalle evlendi. Kocasını kayırır, gelirleriyle de abat ederdi. Bedriye, annem hayatı boyunca beni sevmekten hiç yılmadı. Endişeli ve mutsuz oğluna sürekli yardım ediyordu. Benim borçlarımı ödemekten helak oldu. Üvey babam her şeye rağmen adı kötüye çıkmış, işe yaramaz beni oğlu olarak kabul emişti.
Annemle aramızda kıskançlığa dayalı bir ilişkimiz vardı. Senin iç kurcalama hastalığın bende de vardı. Bir arkeolog gibi içimi kazıyıp durdum. İçimin derinliklerine ulaşma hırsımdan olacak tüm benliğim kanıyordu.
Kendime karşı acımasız olduğum zamanlarda ruhum huzur buluyordu. Aradığım da ruh huzurundan başka bir şey değildi. Her şeye rağmen içimde tiksinti, hor görme, zevkler, ihtiraslar…
En çok savunduğum şeyi seviyor muydum yoksa nefret mi ediyordum inan ki ben bile bilmiyordum. Bak beni daha yakından tanıman için söylüyorum bunları:
‘Benim ikiyüzlü oluşumun bir nedeni vardır. Bir yanda şehvet öte yanda pişmanlıklarım; bir yanda arzu etmediği halde bir şeye sahip olanlar, diğer yandaysa her şeye sahip olmak isteyenler çıkabiliyor; bir tarafta lanetlenmiş ve yitmiş bir hayat, diğer yanda selam vermeye karşı sınırsız bir arzu ve kurtulmanın anısına duyulan çok az bir umut.’ İşte ben buyum.
Üstüm başımın da özenli olduğunu düşünme. Bedbaht görünüşümden ıstırap akıyordu. Kendi organlarımla bir uyum halinde yaşamadım hiç zaten. Kafamın zonklaması beni hiç rahat bırakmadı. Ben algıdaki seçiciliğim yüzünden herkesin göremediği güzelliklerin ötelerini gördüm.
Şefkatim şiir yeteneğimden de üstündür. Buna karşı ben herkeste görülmeyen bir büyüklük delisiydim. Ama en yoksul, en yalnız ve değeri en az anlaşılan bir divane olarak öldüm. Ruhumu kaç parçaya ayırdığımı sana nasıl anlatayım… Bir yandan annemi üzüyordum diğer yanda karımı… Metresimse beni üzüyordu.
Kıskançlık nedir sen bilir misin Bedriye? Ya sahip olduğun hiçbir şeyin senin olmadığını bilmenin insana verdiği hiçlik duygusundan… Bir hiç olduğunu düşündün mü hiç?
Öyle zamanlarda toplumun seni koyduğu yeri de şiirlerinin başarısını da iplemezsin… Ben böyle yaptım çünkü. Kendime saygımı yitirdim afyona alkole kadına sığınınca… Hayatım içimle kavga etmekle ve ruhuma söz geçirememekle geçti. Kim takar benim mısra üstünlüğümü ben yerlerde sürünürken.
Benim için sanatı biraz zorlamış diyorlar. Haklılar. Bendeki sanatsal güzellik öyle hemen anlaşılmaz. Benim şiirde yaptığım her değişikliği kolayca fark etmeyebilir ama hisseder okuyucu. Bu metot sayesinde şiirlerin kusursuz üsluba ulaşır.
Bu arada duraksamaları silmem; bu duraksamalarla sanki nakış gibi örerim. Şiirlerim dökme madenden çıkmış gibi kaliteli olur. Yalnız maden tunç olsa da içi altın doludur.
Ben, her şiirimde öncelikle mısra arayışı içine girdim. Sen de şiirlerini düzeltirken mutlaka oku. Bunun yararını göreceksin. Mısrada en saf ve en yüce anlamı, en keskin biçimi, en nadide rengi, en heyecanlı ahengi ve en ideal uyumu ararım.
Mallarmé’nin yetkin sanatı, her zaman yapmacıkla doludur. Benim araştırıcılığım sadeliğimdeki rahatlık, beni asla yapmacık ve saçmaya götürmez. Şiirdeki müziği yakalayabilmek için mısraı bile kurban edebilirim.
Benim şiirlerimin hamuruna hile karışmamıştır. Bu yüzden ne romantik ne de klasik sayılır; en önemlisi de her iki özellik de mevcuttur şiirlerimde. Benim şiirim Fransız müziğiyle bütün toplumun şiiri haline gelmiştir.
Büyük bir şiiri yazan şair, lirik şiirle ifade edilen düşüncenin sanatçısıdır. Şu saptama benim şiir anlayışıma denk düşüyor:‘Gerçek şiir dünyanın esrarengizliğini algılanabilir kılan düşüncenin duaya dönüştüğü ilahi bir heyecan, bir metafizik ve duadır.
Eski Yunan’da geometri varlık sayılır, şair geometrisi de mantığı soylu aşka ve sarhoşluğa döndürür. Mistik özelliği olmayan bir şair, boş bir tapınak, Tanrı’sı olmayan bir kilisedir.’ Ürkme öyle. Çiçeklerimin hepsi kötülük açmaz.
Bana vicdan azabı veren günahlarım yüzünden faziletlerimin halk tarafından anlaşılmasına ben kendim engel oldum. Bir nevi kendimi cezalandırma metodumdu bu benim. Nefsimi terbiye edememiş olmanın verdiği azabın yanında ölüm hiç kalır.
Öyle bir hale gelmiştim ki ıstırap benim için sanki zaruriymiş gibi doğal geliyordu. Tüm bu ruh durumundan çıkmak için de içiyordum. Günaha inanıyorum. Şiir olarak ben Wagner’in kardeşi sayılırım. Katolik olmam bu kardeşliğe gölge düşürmektedir bana göre.
Vicdan azabının insanı içte içe nasıl yiyip bitirdiğini bilir misin sen? Uyuşturucu kullanmam beni uyuşturucunun kölesi yapıyordu. Başta insanın kendi tutkularına köle olmasından tut da tüm köleliğe karşıyım.
Sevdiğim şeyin güzelliğini hiçbir şeyin bozmasına dayanamam. “Kırmızılar giyin / kokular sürün / seni çirkin / süssüz / solgun / hasta ve mutsuz görmemeliyim /sus ve güzel kal.”
Bu şiirimden de anlaşıldığı üzere güzelliği suskunlukta, suskunluğu güzellikte buluyorum. Ben, bir kadın kadar süse ve güzelliğe tutkuluyumdur. Eğer bu bir hastalıksa bu hastalıktan en az benim kadar Verlaine ile Rimdaud da mustariptir.
Şiir bir süs sanatı değil de nedir? Ben her kelimeyi yeniden yaratırım. Yaratıcılık sanatımı şiirde göstermeyi düstur edindim kendime. Suni olan hiçbir duygunun insana ilham verdiğine inanmıyorum. Şiir ya dünyayı ya da kendini hayal etmekten başka nedir ki…
Ben, hayatımın bir bölümünü karımla diğer bölümünü de metresimle geçirdim. Şiirlerim de benimle birlikte onlarla beraber oldu. Şiirlerim hüzünlerimi, sonsuz bir merhameti sahiplenir ve bağışlayıcı olur. Şiirlerimde olduğu gibi suskunluğumu kalbime gömerim.
Şiirlerimin her biri yaralarıyla benzersizdir. Onları benzersiz yapan yaralarının yanında süsleri fark edilmez. Ben, ne kadar acılar içinde bir hayat sürüyorsam şiirlerim de aynı acıyı benimle birlikte paylaşıyor.
Şiirlerimi yazarken okuyucuya suni bir tat vermek için bir çaba sarf etmem. Yalnız tarihte gezinmeyi çok severim. Tüm yazdıklarım birbirini arayan, birbirine karışan en önemlisi de birbirine neden olan sesler dizgesidir.
Kelimelerin yankısına benim yankılarım karışır. Bir sözcük diğer bir sözcüğün yaşamasına hayat verir. Duygu tüm yazdıklarımın merkezindedir.
Ben, dalgaların evrensel sistemini, toprağın kokusunu, ses ve renklerin derinliklerini, yıldızların hareketini, dalgaların kıyıları okşayışını bilirim, hissederim tek tek. Kendi kişiliğimin şiirlerim gibi kolay anlaşılmasını istemedim.
Fransız şiirinde kimse benim kadar müziğe âşık olmamıştır. Ben, ruhun müziğini armağan ettim okuyuculara. Ben, şiirin önünü açtım. Benim şiirlerim hayata açıktır. “İster Leş, ister Ölüm, ister İhtiyar Kaptan isimli şiirlerimde olsun..
Abartılı duygusallığım yoktur. Benim duyarlılığım çok canlıdır ama gelip geçicidir; düşünce ise her zaman kalıcıdır. Düşüncelerim yüzünden eleştirmenlerin işlerini zorlaştırdım. Aldatılmış olanları kimsesiz insanlar olarak algılıyorum.
Bu yüzden ne acımayı ne de dehşetli merhameti meslek edindim. Örneğin, insanların papazlarla olan ilişkileriyle alay ediyordum. Ben, şiirime sonuncu mısraı yazarak işe başlarım. Özellikle de sonelerimde bunu görebilirsin. Sondan başa doğru bir yolculuktur benim şiir serüvenim.
Şiirde amacım tüm şiirlerimin çıtasını yüksek tutabilmektir. Şiirlerimde hikâyeye rastlayamazsın Bedriye. Benim mazlum dizelerim, orkestraya uyabilecek senfonik şiir analoğudur.
Heyecanı en yüksek seviyeye çıkarmak isterim. Bunu başarmak için de imgeden ve düşünceden yararlanırım. Kısa, öz ve çabuk yazılmış imajlarla süslerim şiirlerimi. Her mısra ölümün elinden kurtarılmış, ölümsüzlük mertebesine ulaşmış bir kazanımdır.
Manzum halindeki uzun şiirleri gereksiz ve sıkıcı buluyorum. Hüzünler şiirlerimde sülfürik kadar tesirlidir. Şiirlerimde en çok kullandığım renk olan siyah her şiirde farklı bir renge bürünmüştür. Dokunaklı bir şiiri okuduğumda dayanamayıp ağlıyorum.”
“Sevgili Baudelaire, görüyorum ki ölerek aradığın sükûnete ulaşmışsın. Sen öldüğün yaşta kaldın ölerek. Senin ölüm yıldönümlerin şiirlerinin doğum günleri oldu. Ne aziz olmak için yaşadın ne de kahraman olmak için uğraştın. Hayatta bir şiire taptın bir de aşka.
Çöküşten kastım insanın düşüşüdür. Bu çürümüşlüğün bireysel değil toplumsal oluşu karşısında kendini umarsız hissettin. Dünyadan her ne kadar elini de çeksen beynindeki uyanıklıktan mustariptin. Çektiğin tüm acılar senin tercihindi.”
Sevgili Baudelaire, senin gerçek baban 1789 Fransız Devrimi’nde devrimciler yanında yerini alıyor. Senatör yönetimde onurlu bir görev üstlenmiş. Devlet memurluğunu ekmek parası için yapıyor; asıl mesleği ise ressamlık.
Baban annenle ikinci evliliğini yapıyor. Baban altmış yaşında iken annen yirmi altı yaşında. Sen de 9 Nisan 1821 tarihinde Paris’in Haautefcuille Sokağı’nda dünyaya geliyorsun.
Babanın ilk evliliğinden de bir oğlu var. Beş yaşında ellerinden tutarak seni resim sergilerine götürüyor. Baban ölüyor. Yıllar sonra sende bu kadersizliğe şu dizelerle öfke kusuyorsun: “Öyle buracağım ki bu pis sefil ağacı/kokmuş tomurcukları asla açılmayacak.”
Senin şiirlerinin birçoğu da çocukluk döneminde bilinçaltına işlemiş duygulardan oluşuyor. Bu haksızca ölüm seni asi yapıyor. Bu ölümü kendine karşı işlenmiş bir suç olarak algılıyorsun. Kötülüklere isyanın babanın ölümüyle başlıyor. Ve güzellikleri kötülüklerden çıkarmak hayatının yegâne uğraşı oluyor.
Annen daha sonra 39 yaşındaki komutan Aupick’le tanışır çok geçmeden de onunla evleniyor. Bu senin hayattan aldığın ikinci yara oluyor. Anneni bir başkasıyla paylaşmak sana çok acı veriyor. Annenin en büyük hatası seni bu evliliğe hazırlamamış olmasıdır. Bu evliliğin önüne geçmek için tüm yollara başvurmana rağmen evlilik gerçekleşiyor.
Hayatının ikinci lanetleyişini sen bir ömre indirgiyorsun ve ömrün boyunca lanetli bir insan olduğuna kendini inandırıyorsun.
Lyon Koleji’ne yerleştiriliyorsun. Okulun izbe yapısı senin karamsarlığını daha da artırıyor. Okul hakkındaki görüşlerin “Balkon” şiirine konu oluyor. O yıllarda Hugo ve Lamartine’i okuyorsun. Gözlerinin biçime ve renklere oldukça duyarlı olduğunun farkına varıyorsun.
DANDY ŞAİR!
Kolej değiştiriyorsun. Liseyi bitiriyorsun. Din ve felsefe arasında ikilem yaşıyorsun yirmi yaşında. Resme ilgi duyuyorsun. İstediğin gibi yaşıyorsun. O sıralar Dandi’yi bir yaşam biçimi olarak algılıyorsun.
Hukuk fakültesine kaydını anneni ve üvey babanı memnun etmek için yapıyorsun ama senin tek amacın iyi bir şair olmak. Üvey baban senin bir diplomat olmanı istiyor.
Özgür olduğunu ilan etsen de alnındaki çizgilerin bile yer değiştirmesine dayanamıyorsun: “Oynamasını sevmem çizgilerin yüzümde / Bunun için yıllardır ne güler ne ağlarım.”
O sıralar arkadaşın Ernest Prarond’la koşuk bir tiyatro kaleme alıyorsun: İdeolus. Bazı makalelerini ise Tinmarre’a gönderiyorsun. Dergi düşüncelerini beğenmediği için makalelerini yayımlamıyor. Kötülük Çiçekleri’nde yer alan şiirlerinin bir kısmını bitirmişsin o dönemde.
Sen bir sanatçının ekmeğini yaptığı sanattan çıkarmasından yanasın. Annen ise bir devlet dairesinde düzenli bir geliri olan bir görevi yapmandan yana. Memuriyetin insan dehasını azaltacağını düşünüyorsun. Annen babandan kalan mirasını almana mani oluyor. Lanetlendiğin için tüm bunların senin başına geldiğini düşünüyorsun.
Babasız büyümen ve annenin seni algılamaktan yoksun oluşundan dolayı çocuk ruhlu kaldın. Sonunda seni lanetli bir tohum olduğun saplantısına düşüren de annenden başkası değildi.
RESİM, FELSEFE VE İLK ŞİİR; ‘SÖMÜRGELİ BİR KADIN’
Daha sonraları resim ve felsefeyle ilgilendin. İlk yazdığın yazın da şiir üzerine değil resim üzerine eleştirilerin oldu. İlk şiirin Artiste’de Sömürgeli Bir Kadın yayımlanır. Şiirin ilk dörtlüğü şöyle başlıyor: “Güneşin okşadığı kokulu ülkedeydim / gözlere tembellik yağan kızılağaçların / ve palmiyelerin altında bir kadın gördüm / albenisi gizli kalmış, sömürgeli kadın.”
Annenin, babanın mirasına koydurduğu kısıtlamaları kaldırmaması ve mektuplarına cevap vermemesi kendini daha çok yalnız hissetmene neden oluyor. Bıçakla damarlarını kesiyorsun. Mirasını da melez sevgilin Jeanne Duval’e bırakıyorsun. Kısa bir süre sonra tiyatro oyuncusu Marie Daubrun hayatına giriyor. Yeni sevgilinde iki özelliği birden bulman seni bir süre mutlu ediyor.
Hayatındaki üçüncü kadın tipi ise senin doğuştan âşık olduğun, annenin mizacındaki kadınlar. Senin hayatındaki en büyük korkun terk edilmektir. Bu yüzden üçüncü kadın türüne terk edilme korkundan dolayı âşık olmak istemiyorsun.
Sen kadınların kollarında hasret kaldığın anne sevgisini bulmaya çalıştın durdun. Bayan Sabatier’e olan platonik aşkın bunun sonucudur; çünkü anneni andıran bir mizaca sahiptir Sabatier. Onunla bir gece geçirdikten sonra senin gözünde büyüsünü yitiriyor.
Hangi aşkı yaşarsan yaşa senin için acının kaynağı olmaktan öte gitmiyor. Bu konudaki düşüncelerin şöyle: “Aşkın tek ve yüce cinsel zevki, onun kötülük yapma gerçeğinde yatar. Ve erkek de kadın da, her cinsel arzunun kötülükte bulunduğunu daha doğuştan bilir. Aşk fuhuştadır, tek bir soylu haz yoktur ki fuhuşa vardırılmamış olsun.”
Sık sık ev değiştiren biri olarak inançsızlığınla övünürsün. Soyulmuş Yüreğin’de şunları yazıyorsun: “Çağımın insanlarının anladığı anlamda bir inancım yok, çünkü tutkum yok. Belli bir gevşeklik, ya da daha çok, bütün dürüst insanlarda görülen kayıtsızlık var.”
Demokrasi anlayışını ise şöyle özetliyorsun:
“Siyasa da böyledir, gerçek aziz halkın yararı, halkı kırbaçlayan ve öldürendir.”
KOMÜNİST VE BİREYCİ ANARŞİST!
Ben komünistim demene rağmen bireyci anarşist olarak hayatını idame ettirdin. Revü Comtemporaine’de afyon üzerine bir deneme yazıyorsun. Artiste’de sekiz şiirin yayımlanıyor.
Poe’dan çevirdiğin Acayipliğin Meleği ile Yapay Cennetler yayımlanıyor. 1861’de Kötülük Çiçekleri ikinci baskısını yapıyor. La Presse Düz Yazılmış Küçük Şiirler’in yayımlanıyor. Ölümünden sonra Paris Sıkıntısı’nın ilk baskısının yayın haklarını Hetzel’e satıyorsun.
Frengi hastalığıyla da mücadele ediyorsun. Senin iflah olmaz bir mazoşist olduğunu söylüyorlar şu şiir dizesinde olduğu gibi: “O gece bir cesedin yanında yatar gibi / Gudubet bir Yahudi’nin yanına uzandım / Hiçbir haz uyandırmayan hazin güzelliği / Satılık bedenimi seyredip düşünceye daldım.”
Bir başka şiirinde kendine şöyle sesleniyorsun: “Yara ben’im, bıçak ben’im / Hem tokat, hem tokat yiyen/ Çarmıh da ben, İsa da ben / Hem cellâdım hem kurbanım.”
Senin şiirinin biçim ve tekniğine dair şu saptamayı alıntılamama izin ver:
“Sanatta Romantizm, yanı sıra Parnasse Okulu’nun da egemen olduğu bir dönemde Baudelaire, şiirlerinde biçim ve teknik yönünden Parnassecıların soğuk plastik güzelliğine büyük önem verir. Hatta bu konuda aşırıya kaçmakla eleştirilir.
Sabatier senin sanatını ve şiirini şöyle değerlendirir: ‘Maistre’den, onu göksel düzenin buyruğu altına iten, daha da çok, sözcük kuyumculuğunu, sözcükleri işleme tekniğini, hızlı tümceler, çarpıcı imgeler, düş’ün (fikrin) hizmetine sunulmuş aytaçlık (hitabet) sanatını öğreten bükülmez bir diyalektik aldı. Poe’dan süslemeyi, renklendirmeyi, iklimi, yaratıcı zekâ ve istemin üstünlüğünü, önceliğini, şiirin kaynağı olan şiir üstüne sürekli düşünmeyi öğrendi.’
Sevgili dostum senin şiir ve sanat dehanı yazmakla bitirmek mümkün değil; zaten benim amacım da bu değil. Ben sadece senin insan yanınla ilgileniyorum. Senin dışında hangi insan başarılarında suçluluk duygusu arıyor?..
Sen düşünceyi formüle etme yetini salt sanatında kullanmadın özel yaşantına da uyguladın. Ömrü vicdan azabı çekerek geçen çok az insan vardır sen bu insanların lideri sayılırsın. Bana kalırsa yazgındaki talihsizliğe sığınarak kendini güvende hissediyordun.
İllütrasyon JEAN WEBER
KÖTÜLÜK AÇMAYA DEVAM EDİYOR!
Aslında sen söyleşilerinde olduğu gibi birçok konuda bilgeydin; en önemli özelliğin de disiplin sahibi ve düzenli olmandır. Servetini harcar gibi ömrünü harcadın. Sanatında sembolleri tatlı biçimde kullanırken kendine karşı bu kadar acımasız olmayı kim öğretti sana?
Sen kadını sere serpe seversin. Hayatındaki tüm yollar annene çıkıyor. Kendi haklı nedenini sana anlatmadığı için annenin özde seni senin onu sevdiğin gibi sevdiğine ikna olmadın. Senle annen birbirinizi çok fazla sevdiğiniz için sevginizden dolayı birbirinizi yaraladınız.
Senin şiirde ve sanatta bir dahi olmanla ilgilenmemiş annen. Beklentisi buymuş senden. Senin berduş yaşam biçimini kanıksayamamış. Karşılıklı olarak birbirinizin hem cellâdı hem de kurbanı olmuşsunuz.
Oysa senin naif, kırılgan ve sevgiye muhtaç yanını görebilseydi sana farklı yönlerden sevgisini anlatmaya çalışsaydı belki senin de gözünde çiçekler kötülükler açmazdı. Kim bilir sen de bunca ölümsüz şiirleri yazamazdın.
Annene mektubunda sözünü ettiğin ölümsüz bir isim bırakmazdın arkanda. Beni üzen özünde hayatı, en önemlisi de yaşamayı bu kadar severken acıya bu kadar kolay teslim olman oldu.
Seni özlemini duyumsadığın mutlulukla sarıp sarmalıyorum. Sen ki öldükten sonra huzur içinde yaşadın. Bak sonunda huzura erdi ruhun. Yine de bilgin olsun senin çiçeklerin sana ihanet etmiyor, kötülük açmaya devam ediyor.
Dünyaya bıraktığın tüm kötülük açan çiçeklerin sevgisiyle seviyorum seni. Daha sık görüşmek umuduyla sevgiyle kal sevgili dostum. Güzelliklerin kucağında rahat uyu. İnan bana sen güzelliklerin, merhametin ve dürüstlüğünle ayrıcalıklı yaşadın, yaşayacaksın.