Batılılaşan İstanbul İki Sergi, İki Kitap
cumhuriyet.com.trBatılaşan İstanbul’la ilgili iki kitap ve yine bu iki kitapla ilişkili iki sergi kuşkusuz yalnız mimarları değil, tüm İstanbul halkını ilgilendirmiştir. “Batılılaşan İstanbul’un Rum Mimarları” kitaplardan birinin başlığı; diğerinin başlığı ise “Batılılaşan İstanbul’un Ermeni Mimarları”dır. Her iki kitapta da konuyla ilgili çeşitli akademisyen ve mimarların katkıları bulunmakta olup, editörlük görevini Hasan Kuruyazıcı her iki kitapta üstlenirken Eva Şarlak yalnız “Batılılaşan İstanbul’un Rum Mimarları” kitabında editörlük görevinde Hasan Kuruyazıcı’yla ortak olmuştur. Yine sergilerin küratörlüğünü de bu konularda uzun yıllar çalımalarını çok yakından izlediğim Hasan Kuruyazıcı yapmıştır.
Bu çalışmalardan hem toplumumuzun hem de komşu ülkelerimizin alacağı önemli dersler var. Toplumlar arası barışın sağlanması için önemli bir hizmet olarak bu çalışmaları değerlendiriyor ve kültür tarihi irdelemelerinin toplumların bir arada barış içinde yaşamasına yardımcı olduğunu bir kez daha görüyorum. İnsanımız aydınlanıyor ve o güne dek sormadığı soruları kendisine veya yanındaki arkadaşına soruyor bu sergileri izlediğinde... Örneğin ‘Ermeni kökenli mimarlar İstanbul’da önemli camileri tasarlamışlar, acaba kilise tasarlayan, uygulayan Türk mimarlar var mı? ... Veya Dolmabahçe Sarayı’nı, Topkapı Sarayı kompleksinde bazı yapıları yine Ermeni kökenli mimarlar yapmış veya Beyoğlu’nda, önemli apartmanlardan bazılarını Rum ve Ermeni kökenli mimarlar tasarlamış, peki hiç Türk mimar yok muymuş?’ gibi... Bu veya benzer soruları soranların çoğunu, mimarlık ve sanat tarihimiz yönünden yeterince bilgi edinmemiş kişiler olarak değerlendirebiliriz.
Asker ve memur \tolma arzusu
Rum ve Ermeni mimarların Osmanlı Devleti’nin etnik unsurları olduklarını dile getirerek bu kişilerin azınlık statüsünde olmalarına karşın, bu tür anıtsal yapıları tasarlayıp uygulamaya sokmada, herhangi bir engel olmadığını vurgulayabiliriz. Ayrıca Türk kökenli Osmanlıların da meslek olarak mimarlığı 19. yüzyılda pek de cazip görmediklerini, daha çok asker veya memur olmayı arzu ettiklerini ilave ederek toplumsal gerçekleri ortaya koyabiliriz.
Ayrıca 1923’te Cumhuriyet ilan edildiği günlerde ülkede yaklaşık toplam 20 diplomalı mimar ve mühendis olduğunu ve bunların da yüzde ellisinin gayrimüslim olduğunu bilmekteyiz.
İmparatorluk düzeni içinde mimarlık mesleğinin uygulanmasında etnik kökenin bir sorun olmadığı bu sergilerle bir kez daha ortaya konmakta, İstanbul’un Batılılaşma sürecinde sanatın, mimarinin etkisiyle son derece barışık olduğu gözlenmektedir. 2010 yılında açılan bu sergiler, İstanbul’un Batılılaşma olgusunda, Osmanlı toprakları üstünde yaşayan gayrimüslim vatandaşların mimarlık alanında ne denli etkili olduklarını, özellikle Avrupa ile yakın temasları ve çoğunun eğitimlerini yine Avrupa ülkelerinde almış olmaları nedeniyle, Avrupa’daki günün mimari uslüplarını aynen veya esinlenerek İstanbul’daki eserlerinde uyguladıklarını göstermektedir. Kuşkusuz bu mimarlara Batı’da egemen olan mimari biçimlerin uygulanmasına olanak sağlayan Türk kökenli yönetici Osmanlıların da Batılılaşma sürecinde büyük “bir hoşgörü” içinde oldukları iddia edilebilir. Kuşkusuz akla bu bir “hoşgörü müydü” sorusu gelmektedir. Yoksa bu yaklaşım, diğer alanlardaki elektrik yaklaşımları koşutunda Batılılaşma operasyonunun kaçınılmaz zorunlu bir kabullenmesi miydi? Kanımca ikinci yaklaşım akla daha yakın gelmektedir.
Mimarlığın önemi
Mimarlığın, bir toplumun sosyal, teknolojik, ekonomik yapısını yansıtan en önemli olgu olduğunu, bir kentin tarihini o kentin mimarisinde okuyabileceğimizi hep öğrencilere söylemişimdir. Bu sergiler bilimsel bir yaklaşımla değerlendirildiğinde, 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başında İstanbul’un ekonomik ve toplumsal yapısındaki gelişmeleri izleyebilir, teknik olanakların o günlerde ne olduğunu görebilirsiniz. Yeni yaşam tarzına uygun apartmanlaşma süreci veya toplumdaki gelişmeler sonucunda yeni yapı tipolojilerinin ülkeye gelmesi, Bulgar kilisesiyle ilk prefabrikasyon örneğinin uygulamaya konmasıyla modern teknolojik yöntemlerin İstanbul’la buluşması gibi...
Bütün bu olgular, İstanbul’un kültürel zenginliklerinin ne denli kapsamlı olduğunu ve “koruma”nın da yine ne denli önemli bir uğraş olduğunu bizlere göstermektedir. Yeniyi daha iyi tasarlayabilmek, kültürel sürekliliği sağlayabilmek için koruma olgusunun vazgeçilmezliğini sözünü ettiğimiz kitap ve sergiler bizlere bir kez daha göstermiş oldu. Kültürel katkıların insanları birbirlerine daha yakın hissettirdiğini de vurgulamakta yarar görüyorum. Her iki serginin ve kitabın ortaya çıkmasında emeği geçenleri kutlar, bu tür çalışmaların yaygınlaşmasını dilerim.
Prof. Dr. Mete Tapan