‘Barut Kokteyli’: Noir çağrışımlı bir çizgi roman estetiği

“Barut Kokteyli”, tetikçilik yapan genç bir kadının macerasını konu edinen hızlı bir seyirlik. Karen Gillan’ın başrolünü oynadığı filmde tanıdık isimlerden oluşan güçlü bir oyuncu kadrosu yer alıyor.

Emrah Kolukısa

John Wick nasıl bir kapı açtıysa artık, geçen geçene… Daha kısa bir süre önce başrolünü Bob Odenkirk’ün üstlendiği “Nobody” benzer bir formülü uygulayan ve iyi eleştiriler alan bir film olarak çıkmıştı karşımıza. Şimdiyse benzer bir formülü bu kez merkezine kadın bir karakteri koyan (ve başka kadın karakterlerle yapıyı destekleyen) “Barut Kokteyli” (Gunpowder Milkshake) deniyor.

Tabii filmi sadece “John Wick”in kadın versiyonuna indirgemek çok hakkaniyetli olmaz. Gillan’ın canlandırdığı profesyonel tetikçi Sam karakteri akla çokça “Kill Bill”in Gelin’ini (Uma Thurman) getiriyor. Gerçi Tarantino’nun filmine oranla bir hayli sterilize kalan bir şiddet var “Barut Kokteyli”nde ama özellikle dövüş sahnelerinde gerçeklikle ilgisini bir hayli koparan filmde Karen Gillan yer yer Uma Thurman’ın bile ağzını açık bıraktıracak koreografileri beceriyle kotarıyor.

Öte yandan “Barut Kokteyli” noir çağrışımlı bir çizgi roman estetiğine o kadar bulanmış vaziyette ki açıkçası böyle bir çizgi roman vardı da benim mi haberim olmadı diye düşünmedim değil. Ama kısa bir araştırma sonucu olmadığını anladım tabii.

Yıllar önce “Big Bad Wolves” (bu film için Tarantino “yılın en iyi filmi” demişti 2013’te, bu ilginç notu da ekleyelim yeri gelmişken) adlı çarpıcı filmiyle dikkatleri çeken İsrailli yönetmen Navot Papushado’nun kendi özel tercihi bu çizgi roman estetiği ve yer yer çok etkili olsa da yer yer ilginç bir şekilde filmin etkisini zayıflatıyor ve unutulup giden bir maceraya dönüştürüyor; zira bana sorarsanız kendine özgü bir karakteri olmayan bir çizgi roman stilizasyonu söz konusu ve bu da her şeyi fazlasıyla yüzeyselleştirebiliyor.

FEMİNİZM HAVADA KALIYOR

Zaten filmin diyalogları da az önce adını andığımız Tarantino’nun diyaloglarıyla karşılaştırılamayacak denli üstünkörü yazılmış, fazla da heveslenmenin âlemi yok anlayacağınız. Hal böyle olunca filmde sık sık gözümüze sokulmaya çalışılan feminist söylem de bir anlam ve ağırlık kazanmıyor...

Yine de filmin bir devamının geleceğini söyleyelim; en azından Canal+ yetkilileri Cannes Film Festivali sırasında böyle bir açıklama yapmışlardı; muhtemelen buradan kendilerine ait bir franchise çıkarabileceklerini hesap ediyorlar. Göreceğiz.

SANA SİLAHINI SÖYLEYEYİM

Yeniyetme bir kız çocuğuyken “The Firm” (şirket, firma vb.) adlı gizli bir örgüt adına profesyonel katil olarak çalışan annesinin kendisini terk etmesiyle hayatı zorlu bir dönemeç alan Sam 15 yıl sonra tıpkı annesi gibi acımasız ve yetenekli bir katil olmuş, dahası yine annesi gibi The Firm için çalışmaya başlamıştır.

Ne var ki bir iş sırasında işler ters gidince yanlış bir adamı öldürür (muktedir bir İrlanda mafyasının oğlunu, bu kısmı John Wick’i andırıyor haliyle) ve peşine farklı gruplardan sayısız katil düşer. Sam bir yandan ölen bir adama verdiği sözü tutmaya çalışırken bir yandan da peşindeki katillerden kurtulmak için savaşmak zordundadır.

John Wick’in yalnızlığının aksine ona bu uğurda yardım edecek üç kadın daha vardır ve her biri öldürme konusunda olduğu kadar edebiyat konusunda da bilgili bu kadınlar kan dökmekten çekinmeyecektir. Favori yazarlarıysa elbette Jane Austen, Charlotte Bronte, Virginia Woolf ve Agatha Christie’dir. Bukowski okuyacak değiller ya! Tabii daha ilk sahneden de anlaşılacağı gibi belli bir kütüphaneden çıkan tüm bu kitaplar aslında bir silahtan ibaret, mecazi değil, kelimenin tam anlamıyla.

“Dr. Who” dizisinde canlandırdığı Amy Pond karakteri ve Marvel Sinematik Evreni’nde üstlendiği Nebula rolüyle tanınan İskoç oyuncu Karen Gillan’ın başrolünü üstlendiği filmin asıl kozu yan rollerdeki isimler bana sorarsanız. Angela Bassett, Carla Gugino ve Michelle Yeoh üçlüsünün canlandırdığı kütüphaneci kadınlar ekibi ile Sam’in annesi Scarlet rolündeki Lena Headey yer yer Gillan’ı gölgede bırakacak denli iyiler. Beyazperdenin en karizmatik seslerinden birine sahip Ralph Ineson’ın kötü adamlardan birini (İrlanda mafyasının lideri Jim McAlester) canlandırdığı filmde Amerikalı aktör Paul Giamatti de kilit rollerden birini üstleniyor. Bunlara bir de Dr. Ricky rolünde Michael Smiley’yi eklerseniz “Barut Kokteyli”nin “Daha ne olsun” kadrosunu tamamlarsınız.

Sahi daha ne olsun? Tabii bu güçlü kadro yaklaşık 2 saatlik süresiyle hızla akıp giden filmi kurtarmaya yetiyor belki ama “Barut Kokteyli” öyle defalarca izlenecek türden bir kült değil ne yazık ki.