Bal, balıkçı ve yastık…
Bal, balıkçı ve yastık…
Artun ÜnsalGenelde, pazar günleri geç kalkılır. Kahvaltıda sucuklu ya da pastırmalı yumurta yenir, öğle yemeğinde ise mantı. Kimimiz rejim yapar, bir fincan kahve ya da çayla yetinir. Kimimiz, çorbaya, bulgura talim eder, kimimiz kebapçıya ya da balık lokantasına gider. Sevenler el ele tutuşur, yollarda gezer ya da konsere, sinemaya giderler. Kimi evde oturur, TV ekranı karşısında yalnızlıkların en kötüsünü yaşayarak. Kimimiz yoksuldur, ama güler; kimimiz varsıl, yine de için için ağlar.
İlle de tersi olacak değil ya. Yaşam böyle; kâh mutlanır, kâh üzülürüz. Dört küsur milyar yaşındaki evrende ortalama 70-80 yıl ömrümüz olduğunu bilsek de kendimizi dünyanın merkezine yerleştiririz. Bencilliğimizle, hırslarımızla, aşklarımızla, yenilgi ve yengilerimizle... Kelebek misali, topu topu bir anlık varlığımızın sarhoşluğunda, “yalan dünya”yı unutarak...
Dizeleri yüzyıllardan damıtılmış halk ozanlarımız yaşam feylesofudurlar aynı zamanda. Bakın Pir Sultan Abdal ne diyor: “Şu yalan dünyaya geldim giderim / Gönül senden özge yâr bulamadım / Yaralandım al kanlara bunaldım / Elimin kanını yur bulamadım.” Ve ağzındaki baklayı çıkarır: “Pir Sultan Abdal’m dağlar ben olsam / Üstü mor sümbüllü bağlar ben olsam / Âlem çiçek olsa arı ben olsam / Dost dilinden tatlı bal bulamadım...”
İşte ipucu: Üzüntüye, karamsarlığa karşı panzehir bal; dostluğun, yüceliğin balı... Balınızı bulun, ötesine üzülmeyin! İster gönlünüz bu âleme, ister Yunus gibi öteki âleme dönük olsun, fark etmez: “Varlık çün sefer kıldı / Dost ondan bize geldi / Viran gönlüm nur oldu / Cihanım yağma olsun” [...] “Yunus ne hoş demişsin / Balla şeker yemişsin / Ballar balını buldum / Kovanım yağma olsun...”
Marifet, bu dünyadaki varlığımızın geçiciliğini unutmamak; ama hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak. Bir Alman deyişi var, bayılıyorum : “Yaşa ve yaşat”. İşte öyle. Hem kendimizi hem de başkalarını düşünelim. Bunun için de karamsarlığa değil; bir ideale, çalışmağa, üretmeye, yaratıcılığa, karşılıklı güvene, hoşgörüye, sevgiye, aşka, dostluğa ve soframızı cömertçe paylaşmaya ihtiyacımız var değil mi? Nerde yaşarsak, hangi inançta olursak olalım, laik, muhafazakâr, agnostik ya da ate, fark etmez; paylaşmaktan, ahlâkî ve etik değerlerden vazgeçmemeliyiz.
Yıllar önce, Tahtakale’den Küçük Pazar Caddesi’ne dek uzanmıştım. Mütevazı bir balıkçı dükkânı, yaşlı ve güleç sahibi ilgimi çekti. Bu arada, gözüm kapının üzerine çatılmış bir levhada coğrafyaya ve zamana meydan okuyan şu cümleye takıldı: “En rahat yastık vicdanındır”...
Bir sonraki Tahtakale gezintimde, sahibiyle tanışayım diye bu dükkâna yöneldim. Kapanmış, yerini başka şeyler satan bir esnaf almıştı. Ama “dünyevî ve uhrevî” yaşam rehberi o sözcükler sanki hâlâ orada, havada uçuşur gibiydi.
Dostluğu, sevgiyi, paylaşmayı ve vicdanımızı, kısacası huzuru, sadece ramazanla sınırlamayalım!..