‘Bağlar, herkes burada ağlar’

15. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nin Jüri Özel Ödülü’nü alan ‘Bağlar’ belgeseli, 5 Mayıs'ta başlayacak 19. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali'nin açılış filmlerinden biri olarak gö sterilecek.

Ezgi Atabilen

5 Mayıs’ta başlayacak 19. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nin açılış filmlerinden ‘Bağlar’ belgeseli, zorunlu göçün büyüttüğü Diyarbakır’ın Bağlar semtinde yaşayan basketbolcu Kürt gençlerin koçları Gökhan Hoca liderliğinde verdikleri mücadeleyi temel alsa da, gerçekte siyasetin içinden geçen her şey gibi sporun da kırıldığı Diyarbakır’da ölümün sizi bir katırın sırtında da, evinizin balkonunda da bulabileceğini en gerçekçi şekliyle gösteriyor. Yönetmenler Berke Baş ve Melis Birder’le filmi konuştuk.

Yıllardır bu ülkede yaşanan kaosun kalbindeki bir ilçe Bağlar. Bugün güneydoğuda yaşanan acının başlıca adreslerinden biri olsa da, birkaç yıl öncesine kadar yöre çocuklarıyla kurulan Bağlar Belediyesi Basketbol Takımı’nın başarılarıyla da gazetelere yansıyordu. Yerel gazetelerde Bağlarlı çocukların sahada kazandıkları zaferler haberleştirilirken, ana akım medyadan bir gazetenin birinci sayfa manşetine taşındıkları da oldu. Ama “Taş değil basket attı” başlığıyla. Gazetenin bu başarı hikâyesine yakıştırdığı başlıkla hem takımın kaderi değişti, hem de medya dilinin hükümetin ağzından dışarı nasıl da vicdansızca uzanabildiğini bir kez daha görmüş olduk. Ne tesadüf ki, Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) milletvekillerinin, Kürt mahpusların PKK lideri Abdullah Öcalan'ın sağlık, güvenlik ve özgürlük koşullarının sağlanması ile anadil önündeki engellerin kaldırılması talepleriyle başlattıkları açlık grevine süresiz ve dönüşümsüz olarak destek verdikleri günlerdi.

Takıma yakın değilseniz, muhtemelen ne o haberi ne de hadiseyi hatırlamıyorsunuzdur. Bugünlerde yeniden konuşulur olmasının sebebiyse, 15. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü de alan ve 19. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali'nin açılış filmlerinden biri olarak gösterilecek “Bağlar” belgeseli. Koçluğunun ilk dönemlerinde kendi kurduğu basketbol kulübünü turnuvalara götürmek için eşinin altınlarını satacak kadar kendini bölge çocuklarına sporla yeni umutlar sunmaya adamış Gökhan Hoca’nın koçluğunda gençlerin basketbol tutkusu ve mücadelesini anlatsa da film, her şeyin, sporun bile siyasetin içinden geçerek kırıldığı Diyarbakır’da bölgedeki spor-siyaset sarmalındaki “dil sürçmeleri”nin yıkıcı, hırpalayıcı taraflarını gösteriyor. !f jürisinin ödül gerekçesinde dediği gibi, sonuçta “ölüm sizi bir katırın sırtında da buluyor, evinizin balkonunda da”. Ve filmi izlerken takımın Roboski’den sonraki ilk maçı kaybetmesine ya da Bağlarlı gençlerin Batılı takımla karşılaşınca basket atarken ellerinin titremesine hiç şaşmıyoruz. Filmi izledikten günler sonra ise aklımızda en çok sporculardan birinin söylediği şu tezahürat kalıyor: “Bağlar, burada herkes ağlar.”

* İkinizin yolları nasıl kesişti?

Berke Baş: Çok eskiye gitmemiz gerekiyor. 1992 yılının yazında ikimiz de üniversite öğrencisiydik. Bir reklam ajansında staj yaparken tanıştık. O yaz her günü bir arada geçirdik, yakınlaştık. 1994’te Melis yükseklisans için New York'a gitti. Bir buçuk sene sonra ben onu takip ettim. Beraber dersler aldığımız, ilk işlerimizi çıkardığımız bir dönem oldu. Beş yıl New York'ta birlikte yaşadık. 1998 yılının son derece karanlık bir şubat gününde de “birlikte üretmeye geçmeliyiz” diyerek Inhouse Projects diye bir ad koyduk kendimize. “Evden projeler” yani. 2001 yazında "Crossing Brooklyn" (Brooklyn'i Geçmek) adlı ilk profesyonel filmimizi çektik. O zamandan bu yana da birbirimize destek olarak hep kendi filmlerimizi yaptık. Bu bizim ikinci ortak filmimiz. Aslında hep sosyal meselelere değinen filmler çektik.

* Bağlar'ı çekme fikri ne zaman, nasıl oluştu?

Melis Birder: Ben yaklaşık 12 sene dışarıda yaşadım. Geri döndüğümde Kürt meselesi artık konuşulmaya başlanmıştı. Fakat benim gerçekten hiç haberim yoktu. Güneydoğuda böyle bir şeyler oluyordu ama ne yoğunluktaydı, hiç haberim yoktu. Anlamak istiyor, kendim çok cahil hissediyordum. Berke'nin daha çok deneyimi vardı Güneydoğu'da. Eşi gazeteci, çok gidip geliyorlardı. Gördüklerimiz ya taş atan ya da hapiste yatan çocuklardı. Biz oradan daha pozitif bir hikâye yapalım dedik.

* Kürt meselesini neden bir basketbol takımının hikâyesi üzerinden anlatmayı seçtiniz? Gökhan Hoca ve Bağlar Belediyesi Spor’la takımıyla nasıl tanıştınız?

BB: Biz spora baştan odaklanmıştık. Spordaki azmin, inancın, kendini ispat etme çabasının üzerine gidersek birlikteliği can alıcı noktasından yakalayabiliriz diye düşündük. Araştırma yaparken, Hürriyet'te de çıkmış bir haberle karşılaştık. "Varoştan EFES'e" idi başlığı. Baver'in (Yücesoy) hikâyesi. O haberde "Diyarbakır'ın Bağlar varoşundan Efes Pilsen'e transfer olan" diye tanımlanıyordu sporcu. Bu haber sonuna kadar yanlış ve korkunç önyargılıydı. Biz bu başarıyı doğru yerden yakalayalım istedik. Sonra arkadaşımız aracılığıyla Gökhan Hoca'yla telefon görüşmesi yaptık. Kameramızı alıp Diyarbakır'a gittiğimiz andan itibaren bizi aralarına aldılar. Çok çok güzel günler geçirdik birlikte ve o duyguyu ortaya çıkarmayı hedefledik filmin son sahnesinde de.

* Gökhan Hoca'nın öğretmenlik yaptığı ilkokulun zili 'Bir Başkadır Benim Memleketim' şarkısıyla çalıyor. Maç başlayacak, "PKK'nin öldürdüğü Türk askerleri için saygı duruşu"nda bulunuluyor. Bir yandan da o sahadaki gençlerin yaşıtları Roboski'de öldürülüyor... Vatan'ın "Taş değil basket attı" manşeti ise Batı'nın ve medyanın güneydoğunun başarısını bile terörist önyargısıyla okuduğunu açıkça gösteriyor. Bu çelişkili fotoğraf hakkında ne düşünüyorsunuz?

MB: Bu çelişkiyi bence Türkiye'de hepimiz farklı alanlarda yaşıyoruz. Oturmamış bir benliğin tezahürleri bunlar. Şizofrenik bir toplumda yaşıyoruz aslında. Aidiyet duygumuz tam olarak oluşmadığı için her şey bize normal gözüküyor. Orada mesela zilin o şarkıyla çalmasına alışmış insanlar. Şehitler için gerçekten içten saygı duruşunda bulunan çocuklar Roboski öldürüldüğünde devlete karşı bir hınç ve öfke de duyuyorlar. Bu siyasetin, savaşın getirdiği bir yer. Aslında her iki taraf için üzülmek normalken, herkesin baskısı var "benim kayıplarıma üzüleceksin" diye. Doğudaki savaş ortamı içerisinde normal olmak zaten mümkün değil. Çok zor bir varoluş biçimi.

* Gökhan Hoca'nın bir konuşması var takımla. “Bizi özgüvenli yetiştirmediler, sokakta bile tedirgin yürüdük” dediği…

Melis: Batıya geldiklerinde tamamen başka bir benliğe bürünüyorlar. Basket atarken bile elleri titriyor, çok daha farklı bir baskıyla sahaya çıkıyorlar. Bunları çocukların kendileri söylüyor.



Batıda özlemini çektiğimiz özgürlük bilinci orada var

* Roboski katliamının ardından kameranın sokağa girdiği bir sahne var. En çok 9 yaşında bir çocuk tüm yüzünü kapatmış bir poşuyla, içinde koca bir adamın öfkesiyle "kanları yerde kalmayacak" diye haykırıyor. Siz barış dilinin değişimini Bağlar belgeselinin çekimi sırasında iyice gözlemlemiş olmalısınız...

MB: Birebir içindeydik. Belli bir süre sonra çok sertleşmişti sokak. Kameraya insanların tahammülü kalmamıştı. Çünkü polisler gösteriler sırasında sürekli kamerayla çekimler yapıyordu. Pamuk ipliğine bağlı orada sokağın ruhu. Batı tarafında özlemini çektiğimiz özgürlük, demokrasi bilinci ve bu bilinç için mücadele gücü de var orada. En ufak bir olayda sokaklar dolup taşıyor.

BB: Haber sokaktan yayılıyor orada. Televizyonlarda verildiğinde haber sokakta tamamıyla yayılmış, sokaklar dolmuştu. Çocuklar da bu haberi yayma arzusundaydılar. Biz onlara ne düşünüyorsunuz filan demedik. Bizi gördüler, etrafımız sarıldı ve hemen anlatmaya başladılar. Bizim için de çok güçlüydü o deneyim.

* “Taş değil basket attı” manşeti üzerinden hükümet yanlısı ana akım medyanın dilini, Kürt halkı ve güneydoğuya bakışını nasıl yorumluyorsunuz?

BB: Biz Gökhan Hoca'yı senelerdir tanıyoruz. Onun ağzından çıkabilecek bir söz değil. Her şeyin farkında, çocukların hayatlarını ve şartlarını çok iyi biliyor ama bunları slogana çevirmiyor. O çocukların takımın kozasındaki o birliktelikten güç alarak okusunlar, kendi hayatlarını kursunlar diye uğraşıyor. Ben sonra gazeteciyi aradım. Biz Gökhan Hoca’nın böyle bir şey demediğini biliyoruz, dedim. Ben de biliyorum, editörler o başlığı attılar, dedi. Tamamen Türk okuyucusuna, asimilasyon duygusuna, milliyetçiliğe hizmet edecek biçime sokuyorlar.

MB: Gökhan Hoca'yla telefonla yapıldı o röportaj. Hoca birinci sayfa  manşetinde öyle bir başlıkla yer alınca, bir şeye alet edildiğini hissetti. Onu manşet yapmalarının sebebi açlık grevlerinin sürüyor olmasıydı bence.

* Filmin çekimleri ne kadar sürdü? Kaç dakikalık kaydın montajından çıktı belgesel ortaya?
BB: 200 saati aşkın kayıt yaptık. Üç yıl, daha doğrusu üç sezon boyunca takımla birlikteydik. Başlarda çok sık gidip geldik sonra bir ayda, iki ayda bir gelmeye başladık. İkimiz de çocuk büyütüyorduk ayrıca.

* Bu üç yıllık deneyim size bilmediğiniz ne gösterdi, ne öğretti?

MB: Hep söylüyorum, ailemizin yarısı orada. Etle tırnak gibiyiz. Bu kardeşlik duygularımız üzerinden devam etmek zorundayız. Savaşta bu çok zor, iki taraftan da ölenler var. Ama biz normal vatandaşlar oradaki bağlarımızı hatırlamak için biraz daha fazla çaba göstermeliyiz. Çünkü çok yalnız bırakılıyor orada burayla bağlarını koparmak istemeyen insanlar.

Berke: Biz filmi çözüm sürecinin konuşulduğu bir üç yılda çektik. Zaten filmin gittiği yer ilk kurguda “2013 Mart'ında ateşkes ilan edildi ve taraflar masaya oturdu” şeklindeydi. Film bittikten sonra final cümlesi değişti. Çok yaklaştığımız, kopuklukları çözebileceğimiz, anlayabildiğimiz ve anlatabileceğimiz bir döneme gelmişken çok daha ayrıştırıldığımız bir dönemdeyiz. İlla da Diyarbakır'a gitmemiz gerekmiyor orayla o ilişkiyi kurmamız için. Bakabilmeyi seçmek gerek. Filmlerin gücü bu belki de.