Babaların günahı
‘Patrick Melrose’ bu yıl izleyeceğiniz en doyurucu dizi olabilir. Kaçırmayın.
Emrah KolukısaUzun zamandır tek bir oyuncuyu böylesine parlatan bir dizi izlememiştik doğru, ama yine uzun zamandır bu kadar güçlü, bu kadar ağzımızı hayretler içinde açık bıraktıran bir oyuncu performansı da izlememiştik doğrusu.
“Patrick Melrose” başrolündeki Benedict Cumberbatch’i oyunculuk sanatının şahikasına taşıyor ve orada yalnızlığa terk ediyor. Nokta. Ama elbette noktadan öncesi de var... Geçen cuma açıklanan Emmy adaylıklarında toplam 5 dalda ödüle aday gösterilen 5 bölümlük kısıtlı dizi “Patrick Melrose”, İngiliz yazar Edward St. Aubyn’in yarı otobiyografik roman serisinden televizyona uyarlanmış. Peşinen söyleyelim, St. Aubyn’in dilimize çevrilmiş bir kitabı yok henüz, belki dizinin getireceği bir merak dalgasıyla bir yayıncı bu işe el atar, bilemiyoruz. Romanları da okumadığımız için uyarlamanın ne kadar sadık olduğu konusu bizi pek ilgilendirmiyor, ama 2011 yılında romanlardan biri (“Mother’s Milk”) sinemaya da aktarılmış, pek ses getirmese de. Senaryosunu kendisi de ödüllü bir yazar olan David Nichols’ın kaleme aldığı ve her bölümü aslında St. Aubyn’in romanlarından birinin adını taşıyan dizi 1982 yılında Patrick Melrose’un babasının ölüm haberini alışıyla başlıyor.
Henüz ilk sahnesinde (telefondaki kişi babasının öldüğünü söylerken yere doğru eğilen Patrick ince bir şırıngayla doğrulur ve gömleğinin kolunda, tam da iğnenin damara girdiği bölümde bir kan lekesi görürüz) bir uyuşturucu bağımlısı olduğunu anladığımız Patrick Melrose ilk bölüm boyunca New York’ta ölen babasının cenazesini (daha doğrusu küllerini) alıp Londra’ya getirmeye çalışacak, bir yandan da bu seyahat boyunca uyuşturucuyu (eroin, kokain, hap vs) bırakma denemelerine kalkışacaktır, başarılı olamasa da. Benedict Cumberbatch’in bu bölüm boyunca sergilediği fiziksel ve psikolojik performansın ancak sağlam bir Coltrane solosuyla karşılaştırılabileceğini söylemek lazım, o denli kestirilemez, o denli sersemletici ve tekrarı o denli zor... Tabii bu noktada dizinin yönetmeni Edward Berger’a da hem oyuncusuna alan açtığı için hem de son derece akıcı bir kurguyla 5 bölüm boyunca flashback’lerle gidip gelen hikâyeyi ayakta tuttuğu için hakkını teslim etmeli. “Patrick Melrose” önce bir baba-oğul hesaplaşması olarak başlayan (ikinci bölümden itibaren Patrick’in her türlü arızasının sebepleri anlaşılacak, izlemeyenler için gidişatı açık etmeyelim), sonradan bir anne- oğul meselesini de evrilen dizi bu yönüyle tam bir karakter draması. Üstelik Patrick burada merkez karakter olsa da yan karakterlerin de eni konu ele alındığı, orada da bazı çok üst düzey oyunculuk performanslarının sergilendiğini belirtelim.
Patrick’in annesi rolünde Jennifer Jason Leigh ve babası rolünde Hugo Weaving uzun zamandır sergiledikleri en iyi performansları sunuyorlar kanımızca. İkisini de izlemek hem berbat bir işkence hem de bulunmaz bir nimet; izleyince anlayacaksınız ne demek istediğimizi. Bağımlılık, aile içi şiddet, taciz, iletişimsizlik, ölüm ve İngilizlere özgü o kaçınılmaz sınıfçılık meselesi gibi temalar etrafında şekillenen ve ileri geri atlamalarla 60’lardan 2000’lere yaklaşık 40 yıllık bir dönemi son derece stylish bir görsel dille önümüze getiren “Patrick Melrose” bu yıl izleyeceğiniz en doyurucu dizi olabilir. Kaçırmayın deriz.