Baba, çocuk, edebiyat ve hayat…

Nedim Gürsel, Baba Bak Deniz!’de küçük kızının ilk altı yılına ilişkin tanıklıkları aktarırken okurlarını hayattan edebiyata akan bir yolculuğun içinde dolaştırıyor.

Turgay Fişekçi / Cumhuriyet Kitap Eki

- Bildiğim kadarıyla şimdiye dek yapılmamış, yeni bir yazma deneyimi gerçekleştirmişsiniz Baba Bak Deniz’de: Çocuğunuzun ilk altı yılına ait tanıklıkları, onunla ilişkilerinizi anlamaya, anlatmaya çalıştığınız metinler. Böyle bir kitap oluşturma düşüncesi nasıl doğdu?

Küçük kızım Dilay büyürken, onunla birlikte olduğum ender zamanlarda, davranışlarını gözlemlemiş, söylediklerini not almıştım. Bu notlarımdan yola çıkarak bir kitap yazmak istedim, ama ne tür bir kitap? Sonunda, ister istemez, otobiyografik anlatı unsurlarını kurmacayla harmanlayan, orijinal olduğunu sandığım Baba Bak Deniz! çıktı ortaya.

Kızımın babasıyla, yani benimle olan ilişkisini anlatırken kendi babam da girdi devreye. Ve babalık üzerine yazmış Balzac ya da Shakespeare gibi klasik yazarların görüşlerine de yer verdim.

Diyeceğim, babalık söylemini irdeleyen, öte yandan Dilay’ın dünyasına nüfuz etmeye çalışan, bu arada acı-tatlı anıları da içeren bir kitap oldu Baba Bak Deniz! Babalar ve kızlarını anlatan bir kitap olduğunu da söyleyebilirim.

Siyasete, ülkemizin maruz kaldığı otoriterleşme sürecine göndermeler de içeriyor. Hatta, diyebilirim ki, yer yer ve « fena halde », başkan babamız üzerinden siyasete bulaştığı da oluyor.

ANILAR VE BABALIK ÜZERİNE BİR DENEME

- Çocuğun dünyasını anlatırken kaleminiz sık sık sanatın, edebiyatın dünyasına da kayıyor, kimi zaman Dağlarca’nın bir şiiri, kimi zaman Nâzım, kimi zaman Van Gogh’un renkleri giriyor metne. Çocuk dünyasıyla büyük sanatçıların dünyalarının birbirine yakın olduğu söylenebilir mi?

Her büyük sanatçının içinde bir çocuk vardır. Her çocuğun gönlünde de, gizli kalmış bir sanatçı. Kitapta bu ikilemi dengeli biçimde kurduğumu sanıyorum. Küçük kızımın dünyası, o yaştaki her çocuğun dünyası gibi, saf ve şiirsel. Bu şiirselliği yakalayabildiysem, okura iletmeyi başarabildiysem ne mutlu bana.

Nâzım Hikmet’in oğluyla ilişkisine de değindim çünkü benim kızımla ilişkime benzeyen bir konumdaydı o da. Dağlarca’nın Çocuk Ve Allah’ıysa başucu kitaplarımdandır. Çocukluğumda kendisiyle tanışma onuruna ermiştim. Nâzım’ın oğluyla da Paris’te tanışmıştım.

İster istemez bazı anılar sızdı metne, zaten Baba Bak Deniz, geniş ölçüde, bir anı kitabı olarak da tanımlanabilir. Babalık üzerine bir deneme olarak da.

- Baba Bak Deniz’in temel özelliklerinden biri de çocukların ve yetişkinlerin dünyaları arasındaki ilişkiler, çelişkiler. Küçüklerin dünyasının büyükler için eğitici ve öğretici yanları olduğunu düşünüyor musunuz?

Çocukların dünyasını yeterince anlayabildiğimiz kanısında değilim. Ama bir zamanlar biz de çocuktuk. İlk öykülerimde çocukluğun önemli bir yer tuttuğunu, giderek genel bir izleğe dönüştüğünü söyleyebilirim.

Cicipapa yayımlandığında bir ergendim ama bu öykümün gördüğü ilgi, beni çocukluk üzerine başka öyküler de yazmaya yöneltti. Yıllar sonra çocukluk yıllarımı anlattığım Sağ Salim Kavuşsak’ı yazarken günün birinde iki kız babası olacağım aklımın ucundan bile geçmezdi.

Yetişkinlerin dünyasında çocukluğun ne denli önemli bir rol oynadığını Freud’den bu yana biliyoruz. Bir yazarın evriminde de çocukluk önemli elbette.

Ben kendimden yola çıkarak Dilay’ı anlatmayı denedim, kimi zaman anlatının odak noktasına yerleştirdim kızımı ama öte yandan onun dünyasına da, yapabildiğim ölçüde, nüfuz etmeye çalıştım. Okurun gözünde Dilay bir anlatı kahramanı da olsun, olabilsin isterim.

‘EDEBİYAT SORULAR SORAR’

- Kral Lear’dan Goriot Baba’ya edebiyatın ünlü baba karakterleriyle de kıyaslıyorsunuz kimi zaman kendi babalık serüveninizi. Baba kız ilişkisini bir yanı sevgi öte yanı ölüm olan bir imkânsızlık ilişkisi olarak da tanımlayabilir miyiz?

Ben yolun sonundayım, kızımsa başında. Bu trajik bir durum aslında, ama değiştirmek de olası değil. Yaşlı bir babanın hüznü var satır aralarında, hatta doğrudan okura yönelen yakınmaları. Ama güzel anlar, sevinçler, mutluluklar da var.

Yine de, kitapta, dozunda, yani aşırıya kaçmayan bir burukluğun anlatıya egemen olduğunu  düşünüyorum. Bir de özlem sözkonusu elbette, çünkü Dilay’la aynı mekânı, aynı hayatı paylaşmıyoruz. Birbirimize olan düşkünlüğümüz de hiç kuşku yok, bu konumumuzdan kaynaklanıyor.

Ona yeterince babalık yapamıyorum, hiç olmazsa bu kitabı hediye etmek istedim, yer yer «zehirli bir hediye» olabileceğini bilerek.

Baba-kız ilişkisi, biliyorsun, karmaşık bir ilişkidir. Sevgi-nefret, ilgi-dışlama, çekim-yok sayma ekseninde oluşur. Dilay’la ilişkimde şimdilik sevgi ağır basıyor, ama ilerde ne olur bilemem .Bana her zaman onunla birlikte olamadığım için, şimdiden hesap sormaya başladı bile. Ama, bazen de, bu durumun umurunda olmadığını itiraf etmeliyim. Acaba hangisi iyi? Bu sorunun yanıtını verebilecek durumda değilim ne yazık ki.

Kitapta da hazır yanıtlar yok zaten, sorular var. Kanımca edebiyat sorular sorar, genellemelerden, iddialı yanıtlardan kaçınır. En azından benim edebiyat anlayışım açısından bu böyle.

‘KARAMSAR BİR KİTAP DEĞİL AMA…’

- Kitabınızda iki de öykünüz yer alıyor. Bu öykülerin kitapla olan bağından söz eder misiniz?

Sözkonusu öyküleri kitaptan bağımsız olarak yazmıştım. Sonradan metne dahil etmemin nedeni, anlatıyla uyum içinde olmalarıdır. Otobiyografik metni yer yer kurmacaya dönüştürmeyi denedim.

Her iki öykü de, aslında, içeriğe uygun. Baba-anne-çocuk bağlamında gelişip sonuçlanıyorlar. Kitaba , anlatı teknikleri açısından da, yenilik getirdikleri kanısındayım.

Özellikle ikinci öykü, «Ay Büyürken», cinsellik boyutu olan bir metin. Oradaki «çocuk yiyen baba» imgesinin de, okurda, dehşetten çok merak uyandırmasını yeğlerim.

Geçen yıl bir sömestr Bern Üniversitesi’nde ders verdim. Tarihsel dokusunu çok iyi koruyabilmiş, kitapta da ayrıntılarıyla anlattığım gibi, doğayla içiçe, çok güzel bir kent Bern. Orada, Aar ırmağının kıyısındaki ayıların özgürce dolaşmalarından, özellikle de her biri bir efsane anlatan anıt çeşmelerinden çok etkilendim. Bu izlenimlerimi Dilay’la, dolayısıyla okurla da paylaşmak istedim.

İsviçre’nin başkentinin bu kitabımda geniş biçimde yer almasının bir başka nedeni de zamanla ilişkili. Baba Bak Deniz’de geçen zamanla hesaplaşan bir anlatıcı var, İsviçre de biliyorsunuz, zamanı ölçen saatlerin ülkesi. Bir simge sözkonusu anlayacağınız.

Yaşam-ölüm ekseninde yürüyen anlatı çocukta hayatı, babada ölüm endişesini dile getiriyor. Bir de şu var; babada tükenen hayat çocukta devam edecekse, bu bir yanılsama da olsa, işin içine edebiyat karışınca, bir çeşit teselliye dönüşebiliyor.

Karamsar bir kitap değil Baba Bak Deniz! Ama çok iyimser olduğu da söylenemez. Bu güzel söyleşimizi Nâzım’in dizeleriyle bitirelim: «Ölüm düşüncesinden soyundum / giyindim Haziran yapraklarını bulvarların»

Baba Bak Deniz! / Nedim Gürsel / Doğan Kitap / 227 s.