Ayşegül Devecioğlu'ndan 'Ara Tonlar'
'Ara Tonlar', zamanı anlamlandırma çabasının, kapatılamayan bir hesabın hikâyesi; anımsanamayan, paylaşılamayan bir resmin çerçevesi. Ayşegül Devecioğlu ile romanını Seda Babanur konuştu; Yankı Enki de bu sohbete bir değerlendirme yazısıyla katıldı.
Cumhuriyet Kitap Eki'Toplumdan bağımsız birey tasavvuru mümkün değil'
“Ara Tonlar”, zamanı anlamlandırma çabasının, kapatılamayan bir hesabın hikâyesi; anımsanamayan, paylaşılamayan bir resmin çerçevesi.
Seda BABANUR
- Sadece romanlarınız değil öyküleriniz de yabancılaşma, kayıp, yokluk, eksiklik, yara gibi temalar etrafında şekilleniyor. Halbuki geçmişte devrim, onur, kurtuluş, zafer gibi kavramları ağzından düşürmeyen kahramanların öykülerini anlatıyorsunuz. Bu nedenle diğer metinlerinize olduğu gibi Ara Tonlar’a da bir yas ve melankoli duygusu hâkim. Ne dersiniz?
- 12 Eylül’le ilgili roman ve öykülerde anlatığım insanlar, anlaşılabilir ve değiştirilebilir bir dünya tanımı yapıyorlardı; devrim, onur, kurtuluş, zafer, dünyayı değiştirme, yeniden yaratma umudu ve mücadelesinin hayat verdiği kavramlardı. Bir noktada halelerini kaybettiler, olgulardan kopup kabuk söylemlere dönüştüler, belki hâlâ işlevseldiler ama temsil güçlerini yitirmişlerdi ve bu halleriyle yaklaşan yenilginin de habercisiydiler. 12 Eylül’le birlikte bu kavramların anlam taşıdığı toplumsal zeminin kaybolması, anlaşılabilir ve değiştirilebilir dünyanın yerini kaotik, anlaşılması ve dolayısıyla değiştirilmesi mümkün olmayan bir dünya tasavvuruna bırakması melankolik bir ruh hali yaratıyor ki bunu epeyce geniş bir toplumsal çerçeve içinde düşünebiliriz. Hesaplaşılmamış, kayıplarının hesabı sorulmamış, yüzleşilmemiş 12 Eylül için yastan değil yastan mahrum bırakılma halinden söz edilebilir daha çok. Olan bitenin hacmi ve yarattığı yıkımın büyüklüğünü göz önüne alalım. Toplum yas sürecini yaşayamadı. Düşe kalka 12 Eylül travmasını atlatmaya çalışıyor, bu toplumsal talebi iktidarına payanda olarak kullanan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) de, 12 Eylül’le hesaplaşmak bir yana, bütün karanlığı ile sürmesi için elinden geleni yapıyor. Yabancılaşma, kayıp, yokluk, eksiklik, yas anlatılarımın hep ekseninde olacak, metinlerde bütünlük kurma arzusu ile parçalanma arasındaki çatışma her zaman olacak. Dünyanın bana yansıması böyle. Politika dünyayı anlamlandırma yollarımdan biri ve bakışımı da şekillendiriyor ki bu doğaldır. Ben dünyayı başka türlü anlatamam.
- Hikâyenin ve hayatın sürtüşmesini, hangisinin daha tuhaf, hangisinin daha hakiki olduğunu tartışıyorsunuz Ara Tonlar’da. Sizce nihai cevabı olan bir soru mu bu? Hikâye mi galip yoksa hayat mı?
- Romanda da söylendiği gibi hayat ve hikâye arasındaki sınırlar çok uzun zaman önce kayboldu, yaratılan hikâyeler hayata hayat hikâyelere karıştı. İyisi mi kaybolan sınırları bulmaya yeni sınırlar çizmeye çalışmayalım.
“TEKİL OLANDAN ZİYADE YAYGIN REFLEKSLER VE RUH HALLERİNİ YANSITTIM”
- Eserleriniz her ne kadar sosyolojik okumaya oldukça müsait olsa da, bireylerin, hatta üç romanınızda da olduğu gibi, özellikle kadın kahramanların öykülerini anlatıyorsunuz. Sizce terazinin hangi tarafı ağır basıyor; birey mi yoksa toplum mu?
- Toplumdan bağımsız bir birey tasavvuru mümkün değil. Hikâyelerini anlattığım insanlar bir toplumsal durumun içindeler. Zamanın içindeler ve politik olandan ayrılamayacak bu toplumsal durum yazarların görmezden gelmeyi tercih edip etmemesine aldırmaksızın yerli yerinde duruyor. Özellikle bir travmatik unutma ki 12 Eylül söz konusu olduğunda böyle, bir büyük unutma söz konusuysa karakterlerimin nefes alıp vereceği atmosferi kurmak, kuşatıldıkları toplumsal koşulları anlatabilmek için daha çok çaba sarfetmem gerekir. Kuş Diline Öykünen’de yaptığım buydu.
Aslında 12 Eylül’den sonra toplumsallıktan neredeyse yalıtılmış bireyi öykülerinin merkezine koyan yazarların kitaplarını da sosyolojik okuma içine dahil etmek yerinde olur. Çünkü bu görmezden gelmenin kuşkusuz yazarların da dahil olduğu travmatik unutmanın 12 Eylül’ün sosyolojisi içinde çok özel bir anlamı var.
- Ara Tonlar için bir 12 Eylül romanı demek yetersiz olacaktır herhalde, ama sol hareketin içinden gelen bir özeleştiri romanı dersek hata yapmış olur muyuz?
- Özeleştiri kavramının hakkını vererek konuşacak olursam kitabın bir özeleştirel niyeti yok. Fakat dönemi anlatırken tekil olandan ziyade yaygın refleksler ve ruh hallerini yansıttım. Bunların içinde övünülesi olduğu kadar yerinilesi şeyler de vardı. Hayat da bunları eksiksiz barındırır.
“KAVRAMSALLIKTAN UZAK SİYASET DİLİNDEN FAZLASIYLA ŞİKÂYETÇİYİM”
- Ara Tonlar’da bir kuşağın ana tonlarda takılıp kaldığından ve ara tonları kaçırdığından bahsediyorsunuz. Bu nedenle romanın ana damarında eleştiri zaten var, ancak Türkiye’deki sol hareketlere daha spesifik eleştiriler getirdiğiniz bölümler var. Bunu, önceki yapıtlarınızda da gördük. Ara Tonlar'da ise şöyle bir örnekler var buna: Emekçi kökenli bir aileden gelmeyen bir devrimciye yoldaşlarının nasıl baktığı, iki devrimcinin yakınlaşmasına diğerlerinin nasıl baktığı ya da bir devrimcinin kılık kıyafetinin bile belirli bir standartının olması gibi ince detaylar. Bunlara değinmiş olmanız nedeniyle sol çevrelerden eleştiri alıyor musunuz?
- Aslında ara tonlara takılıp kalmaktan ziyade önceleri duyumsadığı ara tonları görmezden gelmeye başladığını söylüyorum; ana tonların güvencesine sığındığını… Hayatı bütün vecheleriyle anlatmaya çalışıyorum, romanla ya da yazdığım öykülerle benim siyasi tutumum arasında kaçınılmaz bir bağ olsa da, siyasi eleştirileri siyasi kavramlarla yapmayı tercih ederim. Kavramsallıktan uzak siyaset dilinden fazlasıyla şikâyetçiyim. Bu kargaşaya katkıda bulunmak istemem, yani 12 Eylül öncesi ve bugünkü solun kimi yönelimleri edebiyat içinde kabul edilebilecek ara tonlar -ana tonlar mecazıyla anlatılmaktan ziyade siyasi kavramlarla tartışılmaya muhtaç. Bu yüzden romana taşıyamayacağı yükler yüklememek istemiyorum. Sol çevreler geniş bir tanım, kimileri hayatın eksikli anlatılmasından medet umacak kadar -ki edebiyat kadar siyaset de bunu reddeder, özgüvenlerini yitirmiş olabilirler, bunu tahmin edebilirim. Kendi sol çevrem diyeyim, özellikle birlikte devrimci mücadele içinde bulunduğumuz arkadaşlarım, benim anlatımımdan şikayetçi olmak bir yana bana yansıdığı kadarıyla gayet memnunlar.
- Kahramanlarınız kendi içlerinde yeniden kurulacak, onarılacak bir şeyin kalıp kalmadığını, ardından gidilecek bir amaç kalmadığını tartışıyor. Sizce kaldı mı? Ülkenin geleceğiyle ilgili umudunuz var mı?
- Kitapta canları pahasına sürdürdükleri yoğun bir mücadele döneminden arta kalan bir kesimin ruh hali yansıtılıyor. Ardından gidecek bir amaç kalmadı denilirken hem ülkedeki darbe ortamı ve yenilgi hem dünyada sosyalizmlerin yenilmesi ve hayatlarını adadıkları amaç ve hedeflerin anlamını yitirmesinden söz ediliyor. Ardından gidilecek bir amaç kalmadı kesin bir hüküm değil, karakterlerin o zamanki ruh hallerini yansıtan bir cümle. Elbette umudum var, yazar ve politik bir insan olarak “umut ilkesine” inanmam bir yana; toplumsal olguları değerlendirdiğimde pek çok umut verici şey görüyorum. Gezi ve Kobani direnişleri en gözle görülür olanları. Ancak çarpıcı olanlardan ziyade toplumsal vasata baktığımda da umutsuzluğa kapılmıyorum, hatta edebiyatçı olmamın toplumsal olana bakıp gözenekleri, kristalize olmamış eğilimleri seçebilmemde çok önemli etkisi olduğunu söyleyebilirim. Sol’un 12 Eylül öncesinde olduğu gibi edebiyatla daha çok haşır neşir olması gerek. Siyasetin kristalize edemediği olguları sezebilmek ve dünyayla, dünyanın canlı cansız bütün varlıklarıyla hemhal olabilmek için. Sol'un 12 Eylül öncesinde büyük bir maneviyat dünyası vardı. Bu dünya çok yara aldı. Bu dünya ne edebiyatsız yeniden var olabilir ne de bu yaraları yalnızca edebiyat sarabilir.
- Bundan sonra da 12 Eylül döneminin, sol hareketlerin içinden çıkan öykülerin peşinden gitmeyi düşünüyor musunuz yoksa farklı bir zamanın ya da mekânın öykülerini de okuyacak mıyız kaleminizden?
- Aslında Ara Tonlar’la 12 Eylül dosyasını diyelim kendi içimde kapattım, öte yandan bunu bilmemin mümkün olmadığını düşünüyorum. Ben istesem de istemesem de 12 Eylül anlattıklarımın bir yerinde olacak, bunu koparıp atamam. Kaldı ki, bugüne kadar yalnız 12 Eylül’ü de anlatmadım, Ağlayan Dağ Susan Nehir ve Başka Aşklar 12 Eylül temalı kitaplar değildi. Yazmayı düşündüğüm bir şey var Kürdistan’la ilgili ama bunu kendime bile söylemeye cesaretim yok henüz. Zihnimin bana şu an uzak bir köşesindeki hazırlığı hissediyorum bende biriken şeyleri kazıp çıkarabilmek için çok okumaya ve zamana ihtiyacım var.
Ara Tonlar/ Ayşegül Devecioğlu/ Metis Yayınları/ 208 s.
Kayıp devrimin izinde
Yankı ENKİ
Türkiye’deki devrimci hareketlerin 12 Eylül darbesinden sonraki süreçte nasıl yollar izleyip izlemediklerine, hareketlerin özeleştiri yapıp yapmaması gerektiğine dair fikirler yıllar içinde tartışılırken, edebiyat dünyasında da özellikle darbenin otuzuncu yılından itibaren bir kuşağın kayıplarının hesabı tutulur oldu ve böylece kurgu eserler, hayatını kaybeden insanların istatistiğini vermenin ötesine geçip, adı konulamayan bir şeyin kaybını, edebiyatın olanaklarıyla yansıtmaya başladı.
İşte bu adı konulamayan, sol hareketlerde aktif ya da sempatizan olarak yer almış insanların darbe sonrası sessizliğinde çoğalan şey, bugüne dek üç romanı ve iki öykü kitabı yayımlanan Ayşegül Devecioğlu’nun edebi evreninin temelidir. Devecioğlu’nun yaşam öyküsünü bilenler ya da siyasi geçmişi ya da bugününe dair fikri olanlar için yazarın eserlerinin gerçekçiliği ve vuruculuğu daha fazla olabilir, ama onun yazdıkları her ne kadar 12 Eylül öncesi ve sonrasından asla bağımsız olmasa da, üsluplarıyla, dilleriyle ve kurgudaki derinlikleriyle son derece edebi eserlerdir. Buradaki “son derece”den kasıt, yazarın eserlerinin katmanlarından birinin yine edebiyat olmasıdır. Öykü anlatmak, kurgulamak, hakikat ve gerçeklik ilişkisini çözümlemek gibi meseleler, ilk bakışta “12 Eylül” romanı olarak kategorize edilebilecek eserlerin derinlerinde gizlidir. Neyin öyküsünü niye anlatıyoruz, nasıl anlatıyoruz, kime anlatıyoruz ve öyküde neleri anlatamıyoruz, yazar bunlar üzerine kafa yorar eserlerinin satır aralarında.
“YİNE EYLÜL!”
Ayşegül Devecioğlu’nun yazdıkları arasında kurgunun, edebiyatın, yalanın ve hakikatin öyküsünün satır aralarından en çok yükseldiği eser Ağlayan Dağ Susan Nehir’dir. Yazarın geçtiğimiz günlerde yayımlanan yeni romanı Ara Tonlar da, hayatın mı yoksa kurgunun mu daha tuhaf olduğunu tartışıyor yine. Bunu hangi zamanda yapıyor diye merak ederseniz, cevap kitabın henüz başında gösteriyor kendisini: “Yine eylül!”
Ağlayan Dağ Susan Nehir, yüzeysel olarak bakıldığında siyasi geçmişimizle ilgili bir roman veya Çingenelerin dünyası hakkında bir eser olabilir. Ne var ki Devecioğlu’nun her romanında en üstteki yüzey bile oldukça derin; öyküye adım attığı anda bir bataklığa saplanıyor insan. İlk romanı Kuş Diline Öykünen de, özellikle final sahnesiyle, sonsuza kadar bir bataklığa mı saplandık yoksa bulanık suların arasından yavaş yavaş soluyabilmeye mi başladık, onu düşündürüyordu. Yazar bu kararı okurlarına bırakmıştı, özellikle de 12 Eylül’e kadar devrimin peşinde olmuş ve daha sonra devrim fikrine yabancılaşmış okurlarına.
Devecioğlu’nun ilk romanı Kuş Diline Öykünen ve son romanı Ara Tonlar, tematik olarak paralellik taşımakla kalmıyor, aynı zamanda birbirlerini tamamlıyor. İlk romandaki kadın kahramanımız Gülay, işkence görmüş ve tecavüze uğramış bir devrimciydi. Yavuz ise onun sadece sevgilisi değil aynı zamanda yoldaşıydı. Başına gelenlerden sonra aşk kavramını sorgulayan Gülay, önce sevdiği yoldaşını kaybetmekten korkuyor, kaybettikten sonra da geri dönmesini bekliyordu. Ara Tonlar’ın kahramanı da tıpkı Gülay gibi devrimci hareketin içinde olan bir kadın, ama o, sevdiği yoldaşının geri dönmesini beklemiyor, hatta dönmesinden oldukça korkuyor. 12 Eylül darbesinden birkaç yıl sonra öldüğü düşünülen Demir birden geri dönüyor ve yirmi yıl sonra aynı arkadaş grubunun içinde buluyor kendisini. Peki o geçen yıllar içinde, o kayıp zamanda neler oldu? Ara Tonlar sürükleyici bir biçimde bunun öyküsünü anlatıyor.
AŞKA VE KADINLIĞA YABANCILAŞMA
Gülay, köylü kökenli ve bu nedenle de yoldaşları tarafından değer verilen bir kadınken, Ara Tonlar’ın kadın kahramanı, arkadaşları tarafından burjuva olarak görülen, işçi kökenli bir aileden gelmediği için adeta suçlanan ve tam da bu yüzden devrimciliğini sürekli kanıtlamaya çalışan biri. “Sen hiçbir zaman iyi bir devrimci olamayacaksın,” diyorlar ona, ancak devrim için neredeyse bir erkeğe dönüşüyor o, çünkü bir devrimci, kadın da olsa dişiliğini sergilememeli onun içinde bulunduğu siyasi oluşuma göre.
Aşka ve kadınlığa yabancılaşma sorunu da her iki romandaki kahramanın öyküsünde öne çıkıyor. Gülay’ın travmatik deneyimleri, onun yaşayacağı ilişkinin dikenli tellerine dönüşüyor adeta. Kuş Diline Öykünen’de dokunmanın bile acı verdiği bir aşka karşı, Ara Tonlar’da da dokunmamanın verdiği acı var sanki. “Devrimci kadın” teması önemli bir yer tutuyor her iki romanda da, fakat bu Devecioğlu’nun resmettiği melankolik dünyanın sadece küçük bir kısmı. Diğer yandan, yazarın 2011’de yayımlanan Başka Aşklar adlı öykü kitabının da aşk kavramını yokluk üzerinden ele alan, aşkı ancak “yabancı”ların ve “öteki”lerin satır arasında takip edebileceğimiz hikâyelerinde görebildiğimiz bir eser olduğunu belirtmekte fayda var.
Ara Tonlar, bir yandan darbe öncesi yılların siyasi heyecanını, devrimcilerin dünyasını resmediyor, ama yazarın asıl meseleleri yanında bunlar sadece olay örgüsünü destekleyen nostaljik ayrıntılar olarak gözüküyor. Önemli olan ise, devrimcilerin anılarında bile dönemedikleri, hakkında sustukları, dilsizleştikleri darbe sonrası yıllar. Yirmi yıl öncesine yabancılaşmış, artık eski halinden eser kalmayan kahramanların öyküsü bizim okuduğumuz. İşte, ölü sanılan Demir’in geri dönüşü, belki bu suskunluğun vücut bulmuş hali; belki de suskunluğun bir çığlıktan önce zirve yaptığı o ânı gösteriyor. “Geri dönen bir ölüyle hangi dilde konuşulur ki?” diye soruyor romandaki kahramanlar, ama yazarın bize sorduğu soru şu: Olmayan bir devrimle hangi dilde konuşacak devrimciler? Aslında artık kendileri de var olmayan kahramanlar, nasıl var etmeliler kendilerini? Geçmişle tek bağları bedenlerindeki yara izleri olanlar, bu izlerden kurtulmalı mı?
“ZAMAN, BÜTÜN BUNLARI UMURSAMIYORDU”
Ara Tonlar, zamanı anlamlandırma çabasının, kapatılamayan bir hesabın hikâyesi; anımsanamayan, paylaşılamayan bir resmin çerçevesi. Aynı meseleyi Kuş Diline Öykünen’de de işliyordu yazar: “Zamanı aylara, yıllara, günlere bölen, beklemelere, hasretlere, ölümlere, yaşlılıklara bölen kendileriydi. ‘Zaman değişti,’ diyen, ‘zaman bölündü, zaman parçalandı,’ diyen kendileriydi. Zaman, bütün bunları umursamıyordu.” İşte bu kayıp zaman, anlatılmayan bir hikâyenin, ama hikâye edilen bir hakikatin sebebidir.
Sonuç olarak, Ara Tonlar’ı bir darbenin peşinde okumak da, hikâyeler öldü mü, hikâye ölürse hakikat de ölür mü sorularının peşinde okumak da mümkün. Devecioğlu toplumsal bir gerçekliğin öyküsünü anlatıyor yine. Onu anlatırken de, tıpkı Ağlayan Dağ Susan Nehir’de yaptığı gibi, kurgudaki hakikatin perdesini aralamayı başarıyor. Eserin sonuna yazdığı küçük notta da belli oluyor bu: “Hikâye kitaptaki sonuna ulaşabildiyse, kendi göbek bağını kesen bir bebek gibi bedenimden kan revan içinde kopmasına borçlu bunu.” Bu hikâye ne midir? Devrimdir, kayıptır, zamandır, umuttur… Jules Renard demiş ki, “Bir gerçeklik beş satırı aştı mı, roman olur.” Belki de hakikat/kurgu meselesi işte bu kadar basittir. Yazarın attığı adım küçük bile olsa, bastığı yeri yarıp temeline ayak izini bırakabilir. Okurlara düşen ise o küçük adımla yetinmemek, yarığın ta kendisiyle uğraşmaktır.
Ara Tonlar/ Ayşegül Devecioğlu/ Metis Yayınları/ 208 s.